Son Güncelleme: 22 Aralık 2024 12:29:19
Mehmet Ali Yardımoğlu’nun Ardından
Mimarlık Dergisi 409
Eylül-Ekim 2019

Yayınlanma Tarihi : 8 Kasım 2019
MOÇİ

Trabzon’da haziranın gelmesi benim için okulumda mutlu son, ama Konakönü’nde başlayacak macera dolu bir yaz anlamına gelirdi. Hemen her yaz, Araklı’nın Trabzon’dan olan girişinde yer alan Konakönü’nde “yazlayacak” bir mekân bulurduk. Önceleri eski bir kahvehaneyi mesken edinmiştik. Sonraki yıllarda annemin rahmetli Sabri Amcasının evinde konaklar olmuştuk. Yazlık kap kacak, birkaç yorgan-döşek ve kumanya ile başlardı sezon. Teyzem ve yengelerim eksik kalan donanım ve diğer ihtiyaçları büyük bir zevkle tamamlar, bizleri Konakönü’nde yaz boyu hep hoş tutarlardı.

Şimdilerde Londra’da yaşam süren dayıoğlum Muammer (Alioğlu) ve teyze oğlum Mustafa (Alioğlu) ile kardeşten farksız günler geçirirdik. Gün için herhangi bir planım olmazdı. Sabahleyin evden dışarı ilk çıktığım yaz günlerinde toprak, çimen ve tabii ki deniz kokusu içimi sarar, havanın durumuna uygun günlük yaşam akışı başlardı... Konakönü’nün “Yalı” diye bildiğimiz sahilinde deniz, kum, güneş; hiç de farkında olmadığımız bir tablonun detayları gibiydi. Hele o sahilde yaptığımız “parmak kıran” maçlar ne de zevkliydi. Yara-bere, kan-revan umurumuzda bile olmazdı. Her an heyecan, her şeyde zevk ve mutluluk vardı, eksik bir şey yoktu.

Konakönü’nün üst tarafındaki “Köy”den gelen temiz kalpli, mert çocuklar ile mahalledeki çocukların kaynaşmasını büyük bir ilgiyle izlerdim. Denizci ruhlu bu çocuklar “manyat” çekmeyi, denize ağ serip toplamayı, balık yataklarını çok iyi bilirlerdi. Güçlü bünyeli bu gençler her zaman ağır başlı ve saygılıydılar. Kendi aralarında kullandıkları samimi dili, yabancılara karşı kullanmaktan hep imtina ederlerdi. Oysa ben o yıllarda onlarla hep “samimi dil” kullanmak için çaba gösterir, kendi aralarındaki samimiyete ne kadar da gıpta ederdim. Ama aramızda hep aşılmaz bir sınır olurdu. O olgun ve ağırbaşlı çocuklardan bir tanesi olan “Gabanlı Paşayı” (Paşa Selahattin Mahmutçebi) ancak yıllar sonra yakından tanıdığımda ne kadar da asil bir ruh taşıdığını anlamıştım. İstanbul’da yaşamına devam ediyor, kendisini sevgiyle selamlıyorum.

Konakönü’nde bizim gözümüzde efsaneleşmiş abilerimizin her davranışı beni istemesem de etkilerdi. Süleyman Abi (namı diğer Boçka) karizmatik bıyığı ve denizde yüzmekten balığa benzemiş olan uzun gövdesi ve kısa bacakları ile tam bir idoldü. Zıpkınla balık avlamakta üstüne yoktu. Mavruşgil, kefal, kötek ondan sorulurdu. Balığa olan şimdiki düşkünlüğümden dolayı, çocukluğumda hiç sevmediğim balık için halâ hayıflanırım. Halen Araklı limanındaki barınaklarda yaşamına devam eden Boçka’yı, eski haliyle anılarımda saklamak istediğim için hiç görmedim.

   

Mahallenin en bilge kişiliği olan Rahmiye Abla; her işten anlardı. Genç yaşta eşini kaybettikten sonra hatırladığım kadarıyla beş çocuğunu tek başına büyütmüş, onları yuva sahibi yapmış müthiş çalışkan bir insandı. İğne yapar, diş çeker, ebelik yapar, duvar örer, balık tutar, boya yapar... Anlamadığı, bilmediği hiçbir şey yoktu. Ona güvenmemek imkânsızdı. Müthiş karizmatik bir kişilik taşırdı, bir azize havası vardı. Yüzünde taşıdığı derin anlamları hiç unutamam, Allah mekânını cennet eylesin. Oğlu Abdurrahman (Çebi), namı-diğer Apo; küçük yaşta babasını kaybetmiş olmasına rağmen bunu bizlere hiç hissettirmezdi. Çevik, cesur, güçlü, yardımsever, coşku doluydu. Ayak parmağını kayığın pervanesi kestiğinde, yere düşmek üzere olan ayak parmağını eliyle tutup, dikiş attırmak üzere hastaneye gülerek giderken yaptığı şakaları hala hatırlıyorum. Bu kadar metanetli ve cesur bir kişiliği vardı bu kardeşimizin. İstanbul’da yaşamına devam ediyor, selam olsun.

           

“Moçi” diye bildiğimiz Selahattin (Alioğlu) abimiz, kendine özgü ses tonu ile tam bir siyaset babasıydı. Hazırcevaplığı ve siyasi duruşu ile ondan etkilenmemek mümkün değildi. Halen Ankara’da yerleşik yaşamını devam ettiren Moçi; tam bir Trabzon sevdalısı olarak hemşerilerine sahip çıkmaya devam eden efsane büyüklerimizden bir tanesiydi. Her akşam Araklı’dan Konakönü’ne gelişinde mutlaka bize uğrar, babam ve annemle içi sevgi dolu olan sohbetler yapardı. Moçi, rahmetli babamı çok severdi. Küçük yaşında bir bacağını kaybetmiş haliyle akrabaların fındık toplama, geçim derdi, çocukların eğitimi gibi konularda aktif olarak rol alırdı. Herkesin derdini kendine dert edinirdi. Sözü dinlenen ve çevresi geniş oldukça saygın birisiydi. Bu anı yazısına başlık olacak kadar değerli bir şahsiyettir. Allahtan ona uzun ömürler diliyor, saygıyla anıyorum.

Konakönü’ndeki dede evimiz pembe boyalı ve restore edilmiş haliyle ve bütün anıları ile halen yaşamaya devam ediyor. O ev benim karakterimin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Evin her odası, her köşesi bir başka ilgi çekiciydi.... Kış aylarında kurulan fırınlı sobanın etrafında yapılan tatlı sohbetler mazide kalan en güzel anılarımdı. Evin hemen önündeki muşmula (yeni dünya) ağacının tepesinden yere pestil gibi düştükten sonraki rahmetli Taliha yengemin bana müdahalesi ile bugün hayatta kaldığımı hep düşünürüm. Ağacın dibinde yarı baygın halde yerde yattığımı gördüğü anda beni sırtlayıp eve taşıdığını ve müthiş bir şekilde bastıran uyku halimi gidermek için yüzümü şamarlayıp beni canlı tutmaya çalıştığını dün gibi hatırlıyorum. Oldukça sevecen ve yumuşak huylu bir insandı. Bizi hep el üstünde tutardı.

Evin tavan arasına yalnız başımıza çıkmak yasaktı. Ama ben fırsatını bulduğum anda oraya tırmanır ve keşif yapardım. Orada en büyük dayım rahmetli Nafiz’in (namı diğer Aga) gençlik yıllarından kalan kitaplarını ve defterlerini tesadüfen bulduğumda müthiş heyecanlanmıştım. Lise yıllarımda orada bulduğum 1930’lu yıllardan kalma bir cebir kitabını incelediğimde görmüş olduğum problemleri büyük bir zevkle tekrar tekrar çözmüştüm. O kitabı oradan alıp, özenle cilt yaptırmış ve bir antika gibi saklamıştım. Halen vakit buldukça inceler ve cebir tarihinin tadını almaya çalışırım.

Yaz geceleri toplanma yerimiz Kamil Abinin (Sezgün) bakkalının önündeki tabureler olurdu. En büyük zevkimiz eski tip bir radyonun kısa dalgası üzerinden yayın yapan BBC’den Türkçe haberleri dinlemekti. Haber yorumları ve espriler üst düzeyde yapılırdı. Hemen herkes yaşama aynı gözle bakar fikir birlikteliği içerisinde olurdu. Mahalle sakinleri siyaset ile iç içe olup toplumsal sorunlara karşı önemli ölçüde duyarlılık taşırdı. Nitekim Konakönü’nde o dönemde üniversiteleşme oranı oldukça yüksekti. Hemen her evde bir üniversiteli mutlaka olurdu. Sonraki yıllarda bu başarının maalesef düştüğünü de biliyorum.

Bence halen dünyanın sayılı güzel köşelerinden bir tanesi olan Konakönü, eski ruhunu taşımasa da gezilmesi, görülmesi ve en önemlisi yaşanılması gereken bir yerdir. Karadeniz sahil otoyolunun travmatik etkisinden kurtulmayı başarmış olan ve kısmen SİT alanı olarak kalmış olan bu güzel yer halen yakın çevresindeki anormal yapılaşma tehdidini yaşamaktadır. Ucube yapılaşma ile kaybolacak olan doğa-mekân bütünlüğünü istesek de geri getirme şansımız olmayacak.

Öyle bile olsa benim Konakönüm bende hep yaşamaya devam edecek...

Prof. Dr. Burhan Çuhadaroğlu
http://www.kuzeyekspres.com.tr/moci-14989yy.htm
10 Ekim 2016

Yayınlanma Tarihi : 25 Ekim 2016

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...
Fethi YILMAZ (Yayıncı)

1965 - 1979 yılları... Şimdiki Ana Çocuk Sağlığı binasının “doğumevi” olarak hizmet verdiği yıllardı... Bugün olduğu gibi, o gün de Atatürk’ün Trabzon’a gelişini gören giriş kapısının üstündeki kaktüsler oradaydı. Bugün o kaktüslere baktıkça, Trabzon’da başta Sonhaber olmak üzere yıllara direnen yerel basının ayakta kalma çabalarını görür gibi oluyorum...

Yukarıda bahsettiğim yıllarda bizim sokağımızı zaman zaman şenlik yerine çevirirdik. Bunlardan bizi en çok eğlendiren futbol maçlarıydı. Kalelerin birini Doğumevi’nin önüne, diğerini de Şehir Kulübü önüne kurardık. Sokağımızdaki büyüklerimizin bizleri izlemesi anlatılmaz bir haz verirdi hepimize. “Berber İsmail”in çığlıkları, “Oskar Kundura” Zihni Faiz’in “Haden, topu bana atın” bağırışları, Kütüphane memuru Muammer amcanın, “Bağırmayın, içeride uşaklar ders yapıyor” deyişleri ve en sonunda Humsi (Lütfü Ata) amcanın gelip, topu keserek maçımızı bitirmesi kabus gibiydi.

Sokağımızda futbol oynama fırsatını aslında bize az sayıda geçen taksiler verirdi. Meydan Taksi, Yıldız Taksi ve Numune Taksi dışında bir kaç tane de özel araba bizlere vız gelirdi.

En son çıkıp gelen İskenderpaşa İlkokulu’nun Müdürü, sevgili hocamız Ali Rıza Kurşunoğlu’nu da görünce, herkes kendine saklanacak yer arardı.

Bir de Tabakhane Yokuşu’nda kitap satan, şimdiki tabirle “sahaf” Fuat amcamız gelir, Hasan Tahsin Yılmaz’la neredeyse her gün mutlaka bahse girerdi. Öğlenden sonra bahsi kim kazanırsa, benim görevim “Tatlıcı” Ali Karamusa’dan tatlıları alıp getirmek olurdu.

MÜRETTİPLE DİZİLEN GAZETELER

Matbaanın o bağımlılık yaratan kokusu ve makine sesleri arasında benim ilk gençlik ve delikanlılık yıllarım. Hem benim, hem çalışanların koruyucusu ünlü gazeteci kardeşler Hasan Tahsin Yılmaz ile Emin Şefik Yılmaz’ın doğru haber, dürüst gazetecilik adına çırpınışları; gecelerini gündüzlerine katışları canlanıp duruyor gözlerimin önünde...

Matbaamız “Doğumevi”nin tam karşısında, cadde üzerindeydi. O zamanlar, Uzunsokak’tan yarım saatte bir araba ya geçer ya geçmezdi. Tabakhane Yokuşu’nu tamamlayıp matbaamızın önünden geçen insanlar, Fabrika Çıkmaz Sokak’ın tam girişinde çerçeve içine yerleştirdiğimiz, 41x57 boyutlarındaki sekiz sayfalık siyah beyaz “Sonhaber” gazetesinin o günkü sayısının ilk ve son sayfasını okurlardı.

Bugünkü gibi bilgisayarların olmadığı; gerek diziliş, gerek sayfa bağlama ve gerekse basım işlerinin çileli, ama zevkli olduğu o yılları anımsayıp Sonhaber Matbaası’nda, gazetenin nasıl kotarıldığını özet olarak anlatmak isterim:

Mürettiphane, her sabah saat 7.30’da açılırdı. Matbaaya önce Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan gelen çıraklar girer, ustalar ise saat 08.00’de işbaşı yaparlardı. Gazete el dizgisi ile on - on iki saatte dizilir, baskısı ise iki saat sürerdi. Matbaa işlerinin yoğunluğundan (makine tek olduğu için) gazete daha geç basılırdı. Yaklaşık olarak saat 23.00 - 24.00’lerde basım işi bitmiş olurdu. Sabaha kadar açık duran matbaada kışın soba başında, o gecenin nöbetçisi mürettipler ve bugünkü gençlerin ne olduğunu bilmedikleri, mahalle bekçileri hazır bulunurdu. Sabaha karşı fırından alınan sıcak ekmeklerin arasına bastırılan tereyağı ve tulum peyniri karışımıyla tadı hala damaklarımda duran leziz bir kahvaltı. Günün ilk ışıklarıyla sabah saat 07.00 gibi gazeteler katlanır, bayilere dağıtılırdı. Trabzon’da o yıllarda altı gazete çıkardı: Sonhaber, Hizmet, Yenigün, Türksesi, İleri, Bayraktar. Bu gazetelerin çalışanları Ziya Bey sahasında futbol maçları düzenlerdi. Gazeteler arası futbol maçlarına zaman zaman ayakkabı imalatçıları da katılırdı. Fabrika Çıkmaz Sokak’taki ayakkabı imalatçılarının başını Hayrettin Filiz, Sebatlı Sadettin, “Kel Naci” çekerlerdi.

Matbaa grubu:

Sırasıyla “Şavrole Yılmaz”, “Tüpçü Aydın”, “Karabıyık Halis”, “Gaz Gabaruha Mehmet”, “Basuk Baki”, “İpsiz Recep”, “Şablon Cahit”, “Tipsiz Haluk”, “Arif Ağa”, “Vites Mustafa”, “Koca Cengiz”, “Kara Ali”, “Kıro Nuri”, “Sıçan Ömer”den oluşurdu. Bu gruba genç nesilden Hüseyin, Birol, Soner, İsmail ve Abdullah da eklenirdi.

Gazete Grubu :

Yıllara göre şu kişilerden oluşmaktaydı:

1968-70: Ertan Tokinan, Rafet Sağlam, Hikmet Aksoy, Cevdet Kureman,

1970-71: Yurdakul Gönenç, Rafet Sağlam, Emin Şefik Yılmaz, M.Naci Pamuk, Orhan Çakmak, Hilmi Doğan, Hayrullah Tutar, Temel Şükrü Doğru.

1972-73: Sebahattin Sınır, Emin Şefik Yılmaz, Cevdet Kureman, Ömer Uzlu, Hikmet Aksoy, Ferhat Akyürek, Ramiz Ellidokuzoğlu, İhsan Yılmaz.

1974: Sebahattin Sınır, Özdemir Çatalbaş, Yusuf Aydın Biber, İsmail Kansız, Ali Bayram, Şefik Asan, Selahattin Uğraşkan, Hayrettin Saygın.

1975-76: Zafer Küreman, Mahmut Uzunluoğlu, Ferhat Akyürek, Ömer Akbulut, Ali Alay, Fethi Yılmaz.

1977: Yılmaz Kazancı, Burhan Bayraktar, Vecdi Altay, Av.Temel Aydınoğlu, Yusuf Tatar, Ömer Akbulut, Resan Taşcıoğlu, Gülseren User.

1978: Şevket Çulha, Sadri Karakoyunlu, Ömer Güner, Dr. Üstün Alsaç, Fethi Yılmaz, Temel Ziya Dursun.

1979: Ömer Güner, Temel Ziya Dursun, Fazlı Öztel, Müzeyyen Güner, Kayhan Kuzeyli, Mustafa Uzun, Dr. Murteza Sağanak, Melek Uzun, Taner Pervan. Sonhaber, 1963. İsmet Başaçıkoğlu (arkada) ve Emin Şefik Yılmaz

Şair Hayali’nin bir dizesinde; “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer” der. Gerçekten öyle. Cihan değen hayallerden sadece küçük bir parça yukarıdaki anlattıklarım. Dinleyen ne kadar bilir bilemem; ama yaşayan ve anlatan bilir. Buruk buruk...

Trabzon 2015 Dergisinden

Yayınlanma Tarihi : 22 Eylül 2015

TEKKE MAHALLESİ, YİTİK SOKAĞIMIZ
İsmail FANDAKLI (Gazeteci, yazar)

Bir kent coğrafi konumu ve doğal örtüsüyle insanına güzellikler sunarken, tarihi zenginlikleri ve yetiştirdiği değerleriyle de kimlik kazandırır. Geriye dönüp baktığımızda bulduklarımızın yanı sıra bıraktıklarımızı da görememek bizleri son derece üzmekte.

Tekke (sonradan Gazipaşa adını alır) Mahallesi, Trabzon’un tarihi kent merkezi olan Orta Hisar’a uzak; yeni merkezine ise en yakın yerleşim merkezi. Meydanı Şarki (Meydan Parkı) önünden başlayıp; bir taraftan Boztepe yokuşu, (“Çolağın Fırını”ndan); diğer taraftan Hacıkasım mevkiinde “Aldıkaçtı Yokuşu” (Zeytinlik Caddesi) ile devam eden ve Yenicuma Caddesi’nin başlangıç noktasındaki mezarlıkla son bulan bir adadır Tekke Mahallesi.

1800’lü yıllarda büyük dede Hüsnü Efendi ile Tavanlı Cami Sokak’taki varlığımız başlar; 1900’lü yılların başında ise Merdivenli Sokak’ta ikinci bir ev satın alırlar.

TAVANLI CAMİ SOKAK

Aile büyüklerimizin aktardıklarından öğreniyoruz; Tavanlı Cami Sokak’ta Rum ve Ermeni komşuları da olmuş Hüsnü Efendi’nin; çok iyi dostluklar ve komşuluklar yaşanmış. Balkan ve Birinci Dünya Savaşları sonrası ortaya çıkan tablodan yararlanmak isteyen Rum ve Ermeni fanatikler güven ortamını zedelemişler. Babam, babasından dinledikleriyle bu olayı şöyle aktarmıştı bize:

“Rum ve Ermeni çeteler özellikle akşamları bir araya gelerek toplantılar yaparmış. Buradan çıkan sonuçla Türklerin evlerine baskın kararı alırlarmış. Bunu duyan, babamın Rum ve Ermeni komşuları, ‘Rıfat Reis, bu akşam aile efradınla bize gelin, başınıza bir iş gelsin istemem’ dermiş. Tersi olduğunda da, babam onlara haber verir ve o gece kendi evinde ağırlarmış. Tehcir ve mübadelede Trabzon Limanı’nda vedalaşırken babama, ‘Rıfat Reis, tapularımızı ve önemli eşyalarımızı sana bırakalım. Sana güvenip emanet edemeyeceğimiz hiçbir şey yoktur’ demişler. Ancak babam, ‘Sizlerin bana güvenmesi çok güzel ancak, bana bir şey olursa, benden sonrakilerin sizlerin emanetlerini koruyabileceğini garanti edemem. Bu yüzden hiçbir eşyanızı ya da tapunuzu alamam’ diyerek kabul etmemiş. Tehcir ve mübadelede Trabzon Limanı’nda gerçekleşen, herkesi ağlatan veda sahnelerinden babam sık sık söz ederdi. Bu olay, uzun yıllar dostluk içinde yaşayan insanların birbirlerine olan güveninin en güzel örneğidir.”

İki denizcidir Hüsnü Bey’in oğulları Rıfat (serdümen) ve Şükrü (lostromo). 1915 yılında annelerini kaybederler; ardından muhacirlik gelir. Zor yıllardır o yıllar...

MERDİVENLİ SOKAK

Rıfat Reis, 1930’lu yılların başlarında oğluna; “Oğlum, Tavanlı Cami Sokak’taki evimiz merkeze çok uzak, onu satalım. Merdivenli Sokak’taki evimiz bize yeter” der ve dediğini de yapar.

Buradaki evimiz iki buçuk katlı, müstakil bir ev. Bahçesinde koca dut ağacı bütün mahalleye yetiyordu. Hafta sonları bahçede ateş yakılır ve hemen kapı önündeki beton alanda çamaşır yıkanırdı. Ramazan yaklaşınca koca ateşte sacayakları üzerindeki saclara dizilirdi bir yandan açılan yufkalar. Yaz akşamlarının vazgeçilmez eğlence yeriydi bahçemiz. Annem, her sabah kalktığında üst kata çıkar, Meydan Parkı’ndaki idam sehpalarının dolu olup olmadığına bakarmış.

Annem ayrıca, sinema konusunda şunları anlatır:
“Kızlarla bir yerlere gideceğimiz zaman genelde bizim evde toplanırdık. Sinemaya çok giderdik. Afişleri takip eder ve yeni film geldiği zaman kızlarla toplanıp giderdik. Sinemanın yanına geldiğimizde idam sehpaları doluysa, kızların bazıları korkar ve kaçardı. Ben alışmıştım bu görüntülere. Sinema çok önemliydi bizler için, neredeyse en önemli sosyal etkinliğimizdi. Gençliğimizde sinemaya giderken, baloya gidermişçesine en iyi giysiler giyilirdi. Erkekler ise asla tıraşsız olmazdı.”

KOMŞULARIMIZ

Nice insanların doğup büyümesine ve yetişmesine tanıklık eden sokağımızın Yavuz Selim İlkokulu arkasında, çıkmaz bir aralık vardı. Cumhuriyet Bakkaliyesi sahibi Ziya Karakullukçu ile oğulları Orhan ve Turan... Hemen karşısında Emrullah Yılmaz ve oğlu Salih Zeki ile torunları Rasim, İbrahim ve Erdinç; biraz yukarısında ise Sebahattin Kundupoğlu, Temel Kundupoğlu; hemen yanında Muzaffer Lülecioğlu; en başta caminin yanında ise Durukal, Fethi ve Şevket Çulhalar...

Elbette mahallemizin futbol takımı Yıldırım spor ile mahalle maçlarını...

Merdivenli Sokak’tan Rafet Yaylı, çocukları Zafer ve “Krem Yavuz” ile dedeleri “Şoför Ömer”i, Emin Akyüz ve oğlu “Tabelacı Coşkun”, “Polis Temel” (Temel Topçu)’i; nice insanları konuk etmiş Turist Palas’ı, mahallemizin renkli siması “Falcı Zehra”yı, Ahmet Aliyazıcıoğlu ile oğulları Muammer, Muzaffer ve Fikret’i anımsıyorum...

Mehmet Güloğlu, Adil Demirkıran, Bayburtlu Ekrem Akgün, Erzurumlu “Kara Bülent”, Cemal Aydın’ın evinde kiracı olarak oturan Ertuğrul Genç’in kız kardeşi Fatma Genç, Şeref – Eşref Atasoy kardeşler; Ocakgaz sahibi Kemal, Aydın, Erdal ve Erol kardeşler ile dolmuşçu Hacı Mustafa’yı hâlâ sayabiliyorum.

Yanı başımızdaki komşumuz, Trabzon’un “Topal Hakim” (Kamil Ergüney)i unutmak ne mümkün. Yıl 1960. Kamil amca bir gece geç saatlerde evine gitmek için sokağa girdiğinde bir çocuk ağlaması duyar. Şadıman Halam (Ciğer) artık evlidir ve bizim evin alt katında oturmaktadır. Kamil amca evine gider ama ses hiç kesilmez ve bir türlü uyuyamaz. Sabah bizim sokak kapısını çalar ve seslenir; “Gelin, gelin... Neydi o çocuk ağlaması sabaha kadar? Bir türlü uyuyamadım” der. Halam, “Tam bilmiyorum ama, sanırım kulağı ağrıyor” diye yanıt verir. Kamil amca, “Gel benimle” der ve birlikte evlerine giderler. Hakim amca, rakı şişesini açar ve çay bardağına iki kaşık olacak kadar döker. “Gelin, al bunu eve götür. Kibrit çöpünü bardağın içine sok ve çocuğun kulağına damlat” diye talimat verir. Bizim kuzen İbrahim henüz kundaktadır ve akşam olmadan kulak ağrısı da kesilir.

Daracık sokağımızda; şairliği, Oyuncak Dünyası ve televizyon programlarıyla ünlü Sunay Akın, gazeteci Asım Kemal Güner ile büyük babası “Bakkal Osman”, yan komşumuz Bülent Bağbancı, bahçe komşumuz Kemal Kefeli, Ticaret Lisesi’nden sınıf arkadaşım baterist Metin Öğretmen, Yavuz Selim İlkokulu’nda hizmetli olarak çalışan İdris Kalyoncu, Nakıslar’dan Fikret ve Yaşar kardeşler hep bir arada dostlukla yaşam sürmüşlerdi.

Bütün komşuların her derdine koşan mahallemizin “Mineş Hala”sı; güler yüzü, dostluğu ve sevecenliği ile “Bina Abla”sı; soyadını anımsayamadığım Jale, Asiye, Ahmet, Hakan ve “Mehmet Aga” da güzellikler kattı sokağımıza...

“Okullu Yuvası” kırtasiye dükkanı ile bizlere ve birçok öğrenciye sonsuz hizmetleri vardır Kenan Danyal’ın...

KEMAL AYDAN VE YILMAZ GÜNEY

Birçok ünlüye tanıklık eden sokağımızda yönetmen – senarist ve oyuncu Kemal Aydan (01.04.1939 / 12.12.1990) da yaşadı. Babası Arif Aydan, sokağımızın karşı yakasında pencere komşumuz. Annesi Fadime Teyze ve diğer kardeşleri şair – senarist Murat, iş adamı Orhan ve Nurhan. Küçük evleri ikinci kat konumunda. Alt katın yarısı bodrum, yan taraftaki boşluktan arka tarafa geçilerek, merdivenle evlerine ulaşabiliyorlardı.

Kemal Aydan, ortaokulu bitirdikten sonra İstanbul’a gider. Pertevniyal Lisesi’ne kayıt yaptırsa da sinema sevdası yüzünden okumaz. Genç yaşta Yeşilçam’a giren Aydan, Trabzon’da bıraktığı aşkının hasretine daha fazla dayanamaz ve 22 Ağustos 1957 tarihinde Ayten Fandaklı ile evlenir. Rıfat Reis’in damadıdır artık. Ölümüne dek Türk sinemasına hizmet veren; altı filmi yöneten, birinin senaryosunu yazan ve toplam 26 filmde aktördür Kemal Aydan.

Aydan, 60’lı yılların başında Yılmaz Güney ile birlikte “Marmara Hasan” filminde rol alır. Yılmaz Güney’le çok iyi dostlukları olduğu bilinen Kemal Aydan, aynı zamanda iyi de bir sırdaşıydı. Yılmaz Güney’in tutuklanmak üzere arandığı yıllarda birlikte Trabzon’a geldikleri ve kendisi otelde kalıp, Güney’i yaşlı annesinin evinde yatırdığı söylenirdi. İstanbul’da kaldığım yıllarda birkaç kez sormuştum kendisine ama yanıt alamamıştım. Bu sırrı uzun yıllar hiç kimseye anlatmayan Kemal Aydan, ölümünden kısa bir süre önce ailesiyle paylaşır ve doğrular.

SOKAĞIMIZIN PARKA BAKAN YÜZÜ

Sokağımızın girişinden parka doğru baktığımızda hemen solda Cumhuriyet Bakkaliyesi, Hasan (Akgün) amcanın “Salim Pastanesi” ve oğlu, birlikte büyüdüğümüz arkadaşlarımızdan Ali (Ertuğrul) Akgün, biraz ilerisinde ise Gülizar Hafız, kızı Nurten Teyze ve torunu fotoğraf sanatçısı Süleyman İskender’lerin evi ve işyerleri. Sokağın diğer köşesinde önceleri fırın, sonraları Saruhan’ların Sümer Eczanesi, bitişiğinde Kadir Aga’nın sütlaç ve kazandibi dükkanı, Kütüphane (şu anda Gazeteciler Cemiyeti binası), Tekel Deposu; Azaklar Bakkal sonradan otobüs yazıhanesi oldu ve burada ressam Temel Zihni resim sergileri açardı. Hemen bitişiğinde Yahya Tezel’in evi ve Gülbahçe... Gülbahçe, Trabzon’un en leziz lokantalarından biriydi. Müdavimleri genelde kentimizin ekabir takımıydı. Öğlenleri meşhur “Gülbahçe Döneri”ni sunardı müşterilerine, sahibi Celal Özgür’ün titizliği ile.

Acem Mektebi... Hüseyin Albayrak, Trabzon Milli Eğitim Tarihi adlı eserinde (1. cilt, 176. s), şu bilgileri aktarıyor Acem Mektebi ile ilgili:

“İran okulunun ilk açıldığı yer bilinmemektedir. Sonradan, Gazipaşa Mahallesi, Merdivenli Sokak, parsel 41, ada 236, parsel 43 no’da kayıtlı, şal satıcısı tüccar Tebrizli Hacı Mehmet Cevat tarafından h. 1327 (1909) yılında yaptırılan, geniş avlu içerisindeki üç katlı bir yapıda eğitim öğretime devam etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile de kapanmıştır...”

Acem Mektebi’nin yanında “Kasap Atilla”, İsaoğlu, “Ekmekçioğlu” fırını, Ulusoy ve Çavuşoğlu garajları bizim doğup büyüdüğümüz yıllarda oradaydı. Bir tek “Ertuğrul Fırın” kaldı, yıllara inat.

SULUHAN

“Meydan” civarı bizlerin hemen her gün gezip gördüğümüz alanlardı. Eğlence olanağımız çoktu, fakat sinemanın yeri bir başkaydı bizler için. En önemli zevklerimizden biriydi sinema.

Sokağımızla aynı kaderi paylaşan Suluhan, tarihler boyu değişik milletlerden insanları konuk ederken, nice insanımıza ekmek kapısı olmuştu. O dönem Trabzon’da üç tabelacı vardı: Ali Saraç, Hamit Sağır ve Mustafa Boğuşlu, sadece tabela yazmakla kalmayıp, aynı zamanda hattattırlar da...Hamit Sağır’ın üçüncü dükkanı da Suluhan’dadır, yıkılıp ortadan kaldırılıncaya kadar.

Kuyu Restoran sahipleri Osman Baş, Mehmet İrhan ve Kemal Bak; camcı Ali ve Hasan Aslan kardeşler, tesisatçı Alaattin Nas, “Asmalı Çay Ocağı” sahibi Hacı abi; karşısında Hasan Melek, yanında “Şavrole İhsan” (Kömürcüoğlu), kuzeyde “Bakkal Cemal” (Kalaycıoğlu), “Sami Dede” (Akçay) “Gülen Terzi”, “Sobacı Yılmaz” (Bilenoğlu) ve karşı köşede “Lezzet Lokantası”; alt caddede “Ahmet Bekaroğlu ve Mahdumları” Optik Dünyası’nda Hasan, Hüseyin ve Yılmaz kardeşler, doğup büyüdüğümüz semtte tanıdık yüzler ve aile dostlarıydı.

GENÇLİK YILLARIMIZ

1968 yılı sonlarına doğru ilk kez “Tanjant Yolu”nun adını duyuyorum. Babam, yıkılmak üzere olan evimizi tamir ettirmek istese de, Trabzon Belediyesi yetkilileri izin vermez. Yaşamı boyunca “torpil”, “eş – dost” arayışlarını hiç sevmeyen babam, evi yıkar ve bütün anılarımız bir hayal gibi yıllarca arsa yüzeyinde kalır.

Sokağımızdan ayrılınca, öğrencilik yıllarımızla birlikte yeni arkadaşlar da edindik. 70’li yıllarla birlikte Arafilboy, Yenicuma, Hacıkasım, Uzunsokak ve Kunduracılar daha sık gittiğimiz mahalleler oldu.

Limanda midye çıkarır, “Karayolları’nın altı”nda, Yenimalle “Beşpara”da denize girer, akşamları sinemaya giderdik tatil günlerinde. Hafta sonları Kızlar Manastırı’nın yanında mangal ziyafetlerimizin en coşkulusu hamsi zamanında olurdu.

Özellikle yetmiş sonrası sokaklar pek güvenli değildi. Yanlış anımsamıyorsam o yıllarda üç radyo – teyp tamircisi vardı Trabzon’da. Bunlardan biri Kadınlar Hamamı’nın bulunduğu sokaktaki Hüseyin Aytekin’di. “Okuldan boş zamanın olursa, dükkana gel. Sokakların hali ortada. Hem meslek öğrenirsin” derdi bana. Hüseyin abi, önceleri radyo ve teyplerin, sonraları da televizyonların demir aksamı parçalarını kendi atölyesindeki tornasında yapardı. Asıl ünü havya ucu yapmasıydı. Aytekin, daha sonra sokağımıza taşınmıştı, ancak Tanjant Yolu’yla birlikte başka bir mekana göç etmek zorunda kalmıştı.

Kardeşin kardeşe vurdurulduğu yıllarda kavgadan uzak durur, kendimize her zaman yeni eğlenceler bulurduk. Hasan Fahri Gümüştekin’lerin Taksim Yokuşu “Gameda”nın yanındaki evlerinde fasıl yapar, bazen de kendi kasetlerimizi doldururduk annesi Nacide Teyze’nin sonsuz sabrıyla...

Kunduracılar Caddesi, Odabaşı Aralığı’nda Enver Baş’ın evinde Muazzez Teyze’nin o leziz yemekleri; Hacıkasım / Dervişpaşa Sokak’ta kuzenim Sinan Yılmaz Sağır’ın evlerinin bahçesindeki meyveler ve annesi Neriman Halam’ın tadına doyum olmayan hamsikuşu ziyafetleri asla unutulmaz.

Sokakların karışık olduğu zamanlarda Yenicuma’da Cemal İrhan’ların evine giderdik. Çatıda bir bekar katı vardı, genelde bizler kalırdık. Orada kaldığımızda yukarıda saydığım arkadaşların yanı sıra İsmail Aydın, Mustafa Koç, Ergun Aydın, Engin Çizmeci, Mursel Aydın ve Farozlu Cemil Gayretli ile birlikte sabaha kadar müzik dinlemek en büyük zevkimizdi.

“AGA MUSTİ” VE ARAFİLBOY

Trabzon gibi zengin tarihi olan şehirlerin hemen her köşesinde bir öykü saklıdır. 70’lerin başında ortaokul için Arafilboy’a gidince yeni arkadaşlıklar ve çevre de edindik. Bu sebepledir ki, Merdivenli Sokak’ı yazarken, bu mahalleden de söz etmemek olmazdı. Cumbalı evlerinden sarkan çiçeklerin kokusuyla karşılardı bizleri okul yolunda kanarya ve saka sesleriyle. Yolumuzu kesen bazı teyzeler, bizlere tabaklar dolusu pasta ikramında bulunurlardı.

Bizim İsmail Aydın, Arafilboy Caddesi Tulumba Aralığı’nda otururdu. Babası Ahmet amca ve annesi Mineş teyze ile tamamı erkek yedi kardeş, biz ise sekiz olmamız nedeniyle, ikimizi kıyaslayıp, çok takılırlardı mahalleli. İsmail Aydın der ki; “Bizim Arafilboy’un her zaman bir ‘Çakır’ı vardır. Biri abim İsmet, diğeri ‘Aga Musti’nin kardeşi Orhan, sonuncusu da ‘Gundul Hasan’ın oğlu Şeref”.

Elbette Arafilboy denince “Aga Musti”yi anımsarız. Kendisini ilk tanıdığımda etkileyici bir yapısının olmasının yanı sıra çok da yakışıklıydı. “Aga Musti”yi daha da iyi tanımamız,birlikte büyüdüğümüz İsmail Aydın’ın sayesindedir. İsmail’in dayısı “Acans Ahmet” (Kalaycı)in dört oğlundan biridir Mustafa, namı diğer “Aga Musti”. Annesi Fikriye Teyze ve kardeşleri Muzaffer, Nuri ve Orhan’la mutlu bir yaşamları vardı. Mahallede, Trabzonsporlu Bekir Barçın’la yan komşudurlar. Babası, Zangarya’dan bir kızla evlendirir “Aga Musti”yi ve bir oğulları olur. Yılını tam olarak anımsamıyorum ama 70’li yılların ikinci yarısı olabilir; oğlu İstanbul’da bir Fenerbahçe – Trabzonspor maçına gider ve dönüşte trafik kazasında hayatını kaybeder. O günden sonra “Aga Musti”nin yaşamı bir kabusa dönüşür ve yaşanmaz hale gelir. Sonrasını yazmak bizler için de çok güç. Ölümünden önce İstanbul’a gider. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra bir gazetenin üçüncü sayfasında acı haberi okuruz: Boğaz Köprüsü’nün Avrupa ayağının Ortaköy’deki direğin dibinde donarak ölmüş vaziyette bulunur. Büyükşehir Mustafa’yı yutmuştu.

Merdivenli Sokak’tan sonra ata evimizin İtalyan mezarlığı yanında olması nedeniyle Arafilboy “bizim mahallemiz” olmuştu. Ancak babamı 23 Temmuz 2010 tarihinde ebediyete uğurladıktan sonra Arafilboy’a gitmek acı veriyor artık.

Tekke Mahallesi’ne de gidemem. Sokağımız, Merdivenli Sokak da yok... Bugün Tekke Mahallesi’ni ikiye bölen, Merdivenli Sokak’ı da neredeyse ortadan kaldıran, bir kamburu vardır “Tanjant” diye. “Varlık ortasında yokluk” bu mu olsa gerek? Ya da değer bilmezlik!..

Trabzon 2015 Dergisinden

Yayınlanma Tarihi : 22 Eylül 2015

OY TRABZON TRABZON...
Erdoğan BOZOK (Karikatürist)

Yaşım 80 olduğuna göre demek ki aradan yaklaşık 69 yıl geçmiş... Vay be! İnanmak zor ama gerçek... Dördüncü ve beşinci sınıfları Sotha’da, Faroz’un doğu tarafında, kayalıkların üstünde bulunan Cumhuriyet İlkokulu’nda, Eyüp Sabri Hoca (Lermioğlu)’nın öğrencisi olarak bitirdikten sonra Trabzon Lisesi’nin orta birine başlamıştım. Eyüp Sabri Hoca’dan biraz söz etmek gerek. Yanında taşıdığı tıraş makinesiyle öğrencilerinin saçlarını keser; müzik derslerinde, özenle taşıdığı kemanını sol omzuna değil, sarkıtarak (kemençe pozisyonunda) çalardı. Tatillerde Boztepe’deki evine ders almaya gittiğimizi anımsıyorum. Ders aralarında kışlık odunlarını istif ederdik. Nur içinde yatsın...

İlkokulluymuş Trabzon’a geldiğinde
yalnızca birkaç yıl kalmış ailesiyle
kentimizde.
Sonra İstanbul...
Bu birkaç yıl ne anılar bırakmış genç
belleğinde.
O halen Trabzon’u duyunca
heyecanlanıyor ve
hemşehriliğimizden hayli memnun.
Birlikte anılarına ve çalışmalarına bir
göz atalım istedik.

Anımsadığım arkadaşlarım Fehmi Bahar, ev sahibimiz Neşet Efendi’nin oğlu İbrahim Tosun, soyadını unuttuğum, kumaş dükkanları olan Sinan, İlhan, futbolcu İsmet Berberoğlu’nun kardeşi Hamit; daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nde birlikte okuduğumuz Zühtü Ellezoğlu... Zühtü sonraları Almanya’ya gitti. Birkaç kez görüşmüştük. Kız öğrencilerden Nurhan Çakmak, Nedret’i anımsıyorum.

İkinci Dünya Savaşı’na rastlayan günler... Öğrencilerin çoğu okula siyah lastik ayakkabılarla gelirdi. Takunya ile geleni bile vardı. Ayakkabılarımdan bir tanesini “yüz numara”nın kuburuna düşürmüştüm. Evet, sıkıntılı günlerdi. Ekmek karneyle idi ve ihtiyaç maddelerinin çoğu bulunamıyordu. Devlet, memuruna ayni yardımlar yapıyordu. Babam eve arada un ve kesme şeker getirirdi. Bugün olduğu gibi, bakkallarda çeşit çeşit bonbonlar, gofretler, çikolatalar ne gezer! En sevdiğim şey ekmek arası kesme şekerdi. Bir gün sokakta tıkır tıkır yerken, mahalle arkadaşlarımdan bir kızın dehşetle irkildiğini ve “Biz ekmek bulamayruk, habu uşak şeker ekmek yiyo da!..” şeklindeki feryadını hiç unutamadım.

Babamın rütbesi önyüzbaşı idi. Ondan başka bir de binbaşı olduğunu hatırlıyorum. Demek ki babamın görev yaptığı karakol, bir jandarma taburundan oluşuyormuş. Son evimiz Sotha Camii’nin karşı tarafında, bahçeli, iki katlı, sarı boyalı, iki evden biriydi. Diğerinde jimnastik öğretmeni Hayri (Gür) Bey (İdmangücü’nde de futbol oynardı, eşi Hacer Hanım da öğretmen di) oturuyordu. Tam karşımızda da ev sahibimiz Trabzon eşrafından (sanırım zahireciydi) Neşet Tosun’un evi vardı. Oğlu İbrahim arkadaşımdı. Büyük oğlunun, daha sonraları valilik yaptığını duymuştum, kızları vardı.

Tosunlar’ın Kireçhane yaylasında evleri vardı. Birkaç kez gitmiştik. Evimizin Pulathane’ye giden şose yola bakan tokmaklı kapısı iple açılırdı. Kapıdan bir taşlıkla bahçeye girerdiniz. Çok zevkle yapılmış bahçede ayrıca bir tuvalet, iki odadan oluşan iki katlı bir müştemilat bulunuyordu. Koskocaman bir zeytin, nar, limon, incir, taflan, hünnap ağaçları vardı.

Sonradan hekim olan Yılmaz ağabeyim, bu ağaçlar arasına tarhlar yapmış, sebze üretmişti. Akşamları yalınayak bahçeyi sulardık. Yılmaz ağabeyim, bahçenin bir bölümüne de kümes yapmış, cins cins tavuklar ve hatta (belki de öğrencisi olduğu Trabzon Lisesi bahçesinden özenerek) tavşan beslemişti.

Köşedeki bakkal Hamit (isimlerde yanılabilirim)’ten hemen dar bir sokağa girer ve doğru Jandarma Karakolu’nun önüne çıkardık. Bahçe içinde bir bina idi. Karakolun altında, eratın yemekhanesi, bir mutfak, berber ve iki işlik vardı. İşliklerden biri terzihane, diğeri ayakkabı tamirhanesi idi.

İkinci Dünya Savaşı’nın en çetin yılları... Alman uçakları Sovyet limanlarına kök söktürüyor. Biz bu uçakların önce çok inceden sesini duyar, sonra iki yumruğumuzu dürbün gibi gözümüze yaklaştırır, gökyüzünü taramaya başlar; kimi zaman belli belirsiz bir şekilde görmeyi başarabilirdik. Çoook uzaklardan gelen bomba sesleri ve deniz ufkunda simsiyah dumanlar alıştığımız manzaralardı. Gazetelerdeki haritalardan savaşı izleyen kimi insanlar “Sivastopol’u bombalıyorlar” gibi ahkamlar keserlerdi. Daha sonraları önce Değirmendere sahillerine bir Alman avcı uçağının, daha sonra Moloz’a yine bir Alman bombardıman uçağının mecburi iniş yaptığını yaşdaşlarım hatırlayacaktır. Gün geçmez, serseri mayınlar (Dalga ve akıntılar sonucu bırakıldıkları yerden kopan mayınlar) Karadeniz’e sefer yapan gemilerin önüne çıkar, tehlike saçarlardı.

Haftada bir veya iki kez Trabzon’a uğrayan yolcu gemileri, İstanbul ile hatta dünya ile canlı bağlantıyı sağlayan yegane vasıtalardı. Ufuk çizgisinde dumanının gözükmesi ile son sayısını büyük bir merak ve heyecanla beklediğimiz derginin, gazetenin matbaa kokusunu duyumsardık adeta. Daha gemi millerce uzakta iken meraklı kalabalık iskeleye akmaya başlardı. Kimi bir yakınını bekler, kimi de yeni gelen kişileri merakla izler, kim olduğunu, kimin nesi olduğunu anlamaya çalışırdı.

Yolcuların içinde şık, güzel hanımlar varsa, Sümer Sineması’na tiyatro grubu geldiği olasılığı ileri sürülürdü. Motorlar, çaparlar geminin demirleyeceği noktada önceden yerlerini alırlardı. Gemi tornistan yapar, demirini boşaltırken etrafını saran tekneler, aşağıya sallandırılan merdivene hücum ederlerdi.

Babam bahar mevsiminde bana bir veya iki kuzu alırdı. Onları Kavakmeydan’a otlatmaya götürürdüm. Mutlaka bir köpeğimiz olurdu. Kedi her evde vardı. Ama o zamanlar, veterinermiş, yok mamaymış bilinmezdi. Kedi ve köpek de evdeki artıklarla beslenirdi. Sanırım ilkokulun dördüncü sınıfında idim. Sokakta yavru bir köpek (enik) buldum. Yumuk yumuk bir şeydi. Çok hoşuma gitti. Eve getirdim. Yatağıma almaya kalkınca çok titiz bir kadın olan annem kızdı ve köpeği sokağa attı. Yağmurlu bir gece... Köpeğin dışarıdan gelen ağlama sesleri beni mahvetmişti. Ama yapacak bir şeyim yoktu. Birden ses kesildi. Ama ben ağlamayı sürdürdüm. Onu çok sevmiştim. Ertesi sabah bizim evin kapısı çalındı. Açılan kapının arkasında, Trabzon Lisesi’ne yeni atanan güzel bir bayan öğretmen duruyordu: Zeria Bali... Birkaç gün önce kiraladığı evi hemen bizim evin karşısındaydı ve bir gün önce o köpekle oynadığımı görmüş, gece inlemeleri duyunca “kaçtı galiba” diye içeri alarak, sabahleyin bana getirmişti.

İlkokulu bitirince, ağabeylerimin okuduğu Trabzon Lisesi orta kısmına kaydım yapıldı; efsane eğitimci Faik Dranaz’ın müdürlük yaptığı okula...

Faik Dranaz, Avrupa’dan kazandığı modern eğitim yöntemleriyle okula batılı bir hava getirmişti (Düşünün, o tarihlerde). Okulun kantininde simitler bir masa üstünde duruyor. Simit alan ücretini başka bir köşede bulunan kumbaraya atıyordu.

Her akşam hasılat kontrolü yapılıyor. İlk günlerde, kumbaradaki para simit sayısından fazla çıkıyordu. Bu ilginç durumun Müdür Bey’e mahcup olmak istemeyen ağabey öğrencilerin, kasaya fazladan para bırakmalarından kaynaklandığı anlaşılmıştı. Matematik öğretmeni Lütfü Oran, “Üçgen Faruk”, Turgut Bey, resim öğretmeni Şükrü Sezek anımsadığım diğer öğretmenler.

Ağabeylerim Sait ve Yılmaz, aynı okula devam ediyorlardı. Arkadaşlarından Sabri Uğurbaş, Zekeriya Bali, soyadlarını unuttuğum, “Tuluğ Orhan”, Şefik ağabeyleri hâlâ anımsıyorum.

Hafta sonlarında Kavakmeydan’daki yarısı taş, yarısı tahta duvarla çevrili futbol sahasında iddialı futbol maçları yapılırdı. Ocak, Necmiati, İdmangücü, Garnizon ve Lise takımları arasındaki kıran kırana maçları ailecek seyretmek için bütün şehir oraya akardı. Stadın 50 - 60 kişilik tahta bir tribünü vardı. Diğer seyirciler, duvarla taç çizgisi arasındaki yere sığışırlardı.

Taraftarı olduğumuz Lise takımında kimler yoktu ki... Zekeriya Bali, “Divane Mustafa”, Sabri Uğurbaş, İsmet Berberoğlu...

Cumartesi akşamları sinemaya giderdik. İlk “King Kong” filmini, bir yılbaşı gecesi Sümer Sineması’nda seyretmiştim. O zamanlar Arap filmleri çok sevilirdi. Yusuf Vehbi, Abdülvahap, Enver Vecdi, Beşare Vahim, Emine Rızık çok tutulan Arap film artistleriydi. Biz kovboy filmlerine bayılırdık. Sinemanın makinisti “Kambur Osman” ilginç bir tipti. Antraklarda taklitler yaparak seyirciyi güldürürdü. Bir dönem sinemaya film gelmemiş, marifetli “Kambur”, beyaz perdede Karagöz oynatarak sinemayı doldurmuştu.

Hastane inşaatı yeni başlamıştı. Kız kardeşim Trabzon’da doğdu.

Kanita’da bir plaj vardı. Kıyıdan biraz açığa, tahta bir atlama kulesi yapılmıştı. İlk ciddi yüzüşümü kuleye kadar giderek gerçekleştirmiştim.

Babam emekliye ayrıldığı zaman ben ortaokul birinci sınıfta okuyordum. İstanbul / Beşiktaş’ta ikamet eden amcamın evine geldik. Kaydımın yapıldığı Beşiktaş 1. Ortaokulu’ndaki resim öğretmenim Trabzon’daki Şükrü Sezek idi. Birkaç yıl sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nin giriş sınavını kazanınca Şükrü Bey’i bulup durumu bildirdim. “Aferin” bekliyordum. Yüzünü ekşitti, “İyi ... yemişsin. Ressam olup sürünecek misin?” dedi. Akademiye giderken, Babıali piyasasına da ucundan, köşesinden girmeye başladım. Karikatürcü olmak istiyordum ama illüstrasyon, ofset ressamlığı, yazı başlıkları gibi, resimle ilgili hemen her şeye bulaştım.

Yıllar çok çabuk geçmişti, emekli olduktan sonra bol bol boş vaktim vardı artık. Arkadaşlar beni Karikatürcüler Derneği çalışmalarına bulaştırdılar. Arkadan 1989 yılında Karikatür ve Mizah Müzesi açıldı. O tarihten bu yana müze yönetimindeyim.

Trabzon anılarım halen taze. Hemşehriliğim sürmekte...

Erdoğan Bozok: 1932’de İzmit’te doğdu. Ünye’de başlayan ilköğrenimini Ordu, Trabzon’da tamamladı.
İlk karikatürleri Doğan Kardeş dergisinde yayınlandığında Beşiktaş 1. Ortaokulu’nda öğrenci idi.
Kabataş Lisesi’nde öğrenciliği sırasında, artık Babıali’de çocuk dergilerinde ressamlık yapmaya başlamıştı.
Haftalık Hafta, Hayat dergilerinde de karikatürleri yayınlanıyordu.
Daha sonra İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümüne girdi.
Halil Dikmen ve Zeki Kocamemi atölyelerinde (Trabzon’dan arkadaşı Zühtü Ellezoğlu ile birlikte) öğrenim gördü.
Karikatürleri Dünya, Milliyet, Cumhuriyet, Akbaba, Çivi, Çarşaf, İkibine Doğru, Maya gazete ve dergilerinde yayınlandı.
Sergiler açtı... Akbank, karikatürlerini yurt içinde çeşitli illerde sergiledi.
Uluslar arası yarışmalara katıldı, ödüller kazandı: En önemlisi “1973 ALTIN EZOP”, Gabrovo/Bulgaristan.
Bir karikatürü 1985 yılında Belçika’da yayınlanan “25 Yılın En İyi 60 Karikatürü” albümüne alındı.
Çizgiler, Modern Çağ ve Rastgele isimli karikatür albümleri yayınlanmıştır.
1993; Karikatürcüler Derneği Başkanlığı yaptı. 1990 yılından beri İBB Karikatür ve Mizah Müzesi’nin yöneticiliğini sürdürmektedir.

Trabzon 2015 Dergisinden

Yayınlanma Tarihi : 21 Eylül 2015