Son Güncelleme: 26 Nisan 2025 23:44:56

OY TRABZON TRABZON...
Erdoğan BOZOK (Karikatürist)

Yaşım 80 olduğuna göre demek ki aradan yaklaşık 69 yıl geçmiş... Vay be! İnanmak zor ama gerçek... Dördüncü ve beşinci sınıfları Sotha’da, Faroz’un doğu tarafında, kayalıkların üstünde bulunan Cumhuriyet İlkokulu’nda, Eyüp Sabri Hoca (Lermioğlu)’nın öğrencisi olarak bitirdikten sonra Trabzon Lisesi’nin orta birine başlamıştım. Eyüp Sabri Hoca’dan biraz söz etmek gerek. Yanında taşıdığı tıraş makinesiyle öğrencilerinin saçlarını keser; müzik derslerinde, özenle taşıdığı kemanını sol omzuna değil, sarkıtarak (kemençe pozisyonunda) çalardı. Tatillerde Boztepe’deki evine ders almaya gittiğimizi anımsıyorum. Ders aralarında kışlık odunlarını istif ederdik. Nur içinde yatsın...

İlkokulluymuş Trabzon’a geldiğinde
yalnızca birkaç yıl kalmış ailesiyle
kentimizde.
Sonra İstanbul...
Bu birkaç yıl ne anılar bırakmış genç
belleğinde.
O halen Trabzon’u duyunca
heyecanlanıyor ve
hemşehriliğimizden hayli memnun.
Birlikte anılarına ve çalışmalarına bir
göz atalım istedik.

Anımsadığım arkadaşlarım Fehmi Bahar, ev sahibimiz Neşet Efendi’nin oğlu İbrahim Tosun, soyadını unuttuğum, kumaş dükkanları olan Sinan, İlhan, futbolcu İsmet Berberoğlu’nun kardeşi Hamit; daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nde birlikte okuduğumuz Zühtü Ellezoğlu... Zühtü sonraları Almanya’ya gitti. Birkaç kez görüşmüştük. Kız öğrencilerden Nurhan Çakmak, Nedret’i anımsıyorum.

İkinci Dünya Savaşı’na rastlayan günler... Öğrencilerin çoğu okula siyah lastik ayakkabılarla gelirdi. Takunya ile geleni bile vardı. Ayakkabılarımdan bir tanesini “yüz numara”nın kuburuna düşürmüştüm. Evet, sıkıntılı günlerdi. Ekmek karneyle idi ve ihtiyaç maddelerinin çoğu bulunamıyordu. Devlet, memuruna ayni yardımlar yapıyordu. Babam eve arada un ve kesme şeker getirirdi. Bugün olduğu gibi, bakkallarda çeşit çeşit bonbonlar, gofretler, çikolatalar ne gezer! En sevdiğim şey ekmek arası kesme şekerdi. Bir gün sokakta tıkır tıkır yerken, mahalle arkadaşlarımdan bir kızın dehşetle irkildiğini ve “Biz ekmek bulamayruk, habu uşak şeker ekmek yiyo da!..” şeklindeki feryadını hiç unutamadım.

Babamın rütbesi önyüzbaşı idi. Ondan başka bir de binbaşı olduğunu hatırlıyorum. Demek ki babamın görev yaptığı karakol, bir jandarma taburundan oluşuyormuş. Son evimiz Sotha Camii’nin karşı tarafında, bahçeli, iki katlı, sarı boyalı, iki evden biriydi. Diğerinde jimnastik öğretmeni Hayri (Gür) Bey (İdmangücü’nde de futbol oynardı, eşi Hacer Hanım da öğretmen di) oturuyordu. Tam karşımızda da ev sahibimiz Trabzon eşrafından (sanırım zahireciydi) Neşet Tosun’un evi vardı. Oğlu İbrahim arkadaşımdı. Büyük oğlunun, daha sonraları valilik yaptığını duymuştum, kızları vardı.

Tosunlar’ın Kireçhane yaylasında evleri vardı. Birkaç kez gitmiştik. Evimizin Pulathane’ye giden şose yola bakan tokmaklı kapısı iple açılırdı. Kapıdan bir taşlıkla bahçeye girerdiniz. Çok zevkle yapılmış bahçede ayrıca bir tuvalet, iki odadan oluşan iki katlı bir müştemilat bulunuyordu. Koskocaman bir zeytin, nar, limon, incir, taflan, hünnap ağaçları vardı.

Sonradan hekim olan Yılmaz ağabeyim, bu ağaçlar arasına tarhlar yapmış, sebze üretmişti. Akşamları yalınayak bahçeyi sulardık. Yılmaz ağabeyim, bahçenin bir bölümüne de kümes yapmış, cins cins tavuklar ve hatta (belki de öğrencisi olduğu Trabzon Lisesi bahçesinden özenerek) tavşan beslemişti.

Köşedeki bakkal Hamit (isimlerde yanılabilirim)’ten hemen dar bir sokağa girer ve doğru Jandarma Karakolu’nun önüne çıkardık. Bahçe içinde bir bina idi. Karakolun altında, eratın yemekhanesi, bir mutfak, berber ve iki işlik vardı. İşliklerden biri terzihane, diğeri ayakkabı tamirhanesi idi.

İkinci Dünya Savaşı’nın en çetin yılları... Alman uçakları Sovyet limanlarına kök söktürüyor. Biz bu uçakların önce çok inceden sesini duyar, sonra iki yumruğumuzu dürbün gibi gözümüze yaklaştırır, gökyüzünü taramaya başlar; kimi zaman belli belirsiz bir şekilde görmeyi başarabilirdik. Çoook uzaklardan gelen bomba sesleri ve deniz ufkunda simsiyah dumanlar alıştığımız manzaralardı. Gazetelerdeki haritalardan savaşı izleyen kimi insanlar “Sivastopol’u bombalıyorlar” gibi ahkamlar keserlerdi. Daha sonraları önce Değirmendere sahillerine bir Alman avcı uçağının, daha sonra Moloz’a yine bir Alman bombardıman uçağının mecburi iniş yaptığını yaşdaşlarım hatırlayacaktır. Gün geçmez, serseri mayınlar (Dalga ve akıntılar sonucu bırakıldıkları yerden kopan mayınlar) Karadeniz’e sefer yapan gemilerin önüne çıkar, tehlike saçarlardı.

Haftada bir veya iki kez Trabzon’a uğrayan yolcu gemileri, İstanbul ile hatta dünya ile canlı bağlantıyı sağlayan yegane vasıtalardı. Ufuk çizgisinde dumanının gözükmesi ile son sayısını büyük bir merak ve heyecanla beklediğimiz derginin, gazetenin matbaa kokusunu duyumsardık adeta. Daha gemi millerce uzakta iken meraklı kalabalık iskeleye akmaya başlardı. Kimi bir yakınını bekler, kimi de yeni gelen kişileri merakla izler, kim olduğunu, kimin nesi olduğunu anlamaya çalışırdı.

Yolcuların içinde şık, güzel hanımlar varsa, Sümer Sineması’na tiyatro grubu geldiği olasılığı ileri sürülürdü. Motorlar, çaparlar geminin demirleyeceği noktada önceden yerlerini alırlardı. Gemi tornistan yapar, demirini boşaltırken etrafını saran tekneler, aşağıya sallandırılan merdivene hücum ederlerdi.

Babam bahar mevsiminde bana bir veya iki kuzu alırdı. Onları Kavakmeydan’a otlatmaya götürürdüm. Mutlaka bir köpeğimiz olurdu. Kedi her evde vardı. Ama o zamanlar, veterinermiş, yok mamaymış bilinmezdi. Kedi ve köpek de evdeki artıklarla beslenirdi. Sanırım ilkokulun dördüncü sınıfında idim. Sokakta yavru bir köpek (enik) buldum. Yumuk yumuk bir şeydi. Çok hoşuma gitti. Eve getirdim. Yatağıma almaya kalkınca çok titiz bir kadın olan annem kızdı ve köpeği sokağa attı. Yağmurlu bir gece... Köpeğin dışarıdan gelen ağlama sesleri beni mahvetmişti. Ama yapacak bir şeyim yoktu. Birden ses kesildi. Ama ben ağlamayı sürdürdüm. Onu çok sevmiştim. Ertesi sabah bizim evin kapısı çalındı. Açılan kapının arkasında, Trabzon Lisesi’ne yeni atanan güzel bir bayan öğretmen duruyordu: Zeria Bali... Birkaç gün önce kiraladığı evi hemen bizim evin karşısındaydı ve bir gün önce o köpekle oynadığımı görmüş, gece inlemeleri duyunca “kaçtı galiba” diye içeri alarak, sabahleyin bana getirmişti.

İlkokulu bitirince, ağabeylerimin okuduğu Trabzon Lisesi orta kısmına kaydım yapıldı; efsane eğitimci Faik Dranaz’ın müdürlük yaptığı okula...

Faik Dranaz, Avrupa’dan kazandığı modern eğitim yöntemleriyle okula batılı bir hava getirmişti (Düşünün, o tarihlerde). Okulun kantininde simitler bir masa üstünde duruyor. Simit alan ücretini başka bir köşede bulunan kumbaraya atıyordu.

Her akşam hasılat kontrolü yapılıyor. İlk günlerde, kumbaradaki para simit sayısından fazla çıkıyordu. Bu ilginç durumun Müdür Bey’e mahcup olmak istemeyen ağabey öğrencilerin, kasaya fazladan para bırakmalarından kaynaklandığı anlaşılmıştı. Matematik öğretmeni Lütfü Oran, “Üçgen Faruk”, Turgut Bey, resim öğretmeni Şükrü Sezek anımsadığım diğer öğretmenler.

Ağabeylerim Sait ve Yılmaz, aynı okula devam ediyorlardı. Arkadaşlarından Sabri Uğurbaş, Zekeriya Bali, soyadlarını unuttuğum, “Tuluğ Orhan”, Şefik ağabeyleri hâlâ anımsıyorum.

Hafta sonlarında Kavakmeydan’daki yarısı taş, yarısı tahta duvarla çevrili futbol sahasında iddialı futbol maçları yapılırdı. Ocak, Necmiati, İdmangücü, Garnizon ve Lise takımları arasındaki kıran kırana maçları ailecek seyretmek için bütün şehir oraya akardı. Stadın 50 - 60 kişilik tahta bir tribünü vardı. Diğer seyirciler, duvarla taç çizgisi arasındaki yere sığışırlardı.

Taraftarı olduğumuz Lise takımında kimler yoktu ki... Zekeriya Bali, “Divane Mustafa”, Sabri Uğurbaş, İsmet Berberoğlu...

Cumartesi akşamları sinemaya giderdik. İlk “King Kong” filmini, bir yılbaşı gecesi Sümer Sineması’nda seyretmiştim. O zamanlar Arap filmleri çok sevilirdi. Yusuf Vehbi, Abdülvahap, Enver Vecdi, Beşare Vahim, Emine Rızık çok tutulan Arap film artistleriydi. Biz kovboy filmlerine bayılırdık. Sinemanın makinisti “Kambur Osman” ilginç bir tipti. Antraklarda taklitler yaparak seyirciyi güldürürdü. Bir dönem sinemaya film gelmemiş, marifetli “Kambur”, beyaz perdede Karagöz oynatarak sinemayı doldurmuştu.

Hastane inşaatı yeni başlamıştı. Kız kardeşim Trabzon’da doğdu.

Kanita’da bir plaj vardı. Kıyıdan biraz açığa, tahta bir atlama kulesi yapılmıştı. İlk ciddi yüzüşümü kuleye kadar giderek gerçekleştirmiştim.

Babam emekliye ayrıldığı zaman ben ortaokul birinci sınıfta okuyordum. İstanbul / Beşiktaş’ta ikamet eden amcamın evine geldik. Kaydımın yapıldığı Beşiktaş 1. Ortaokulu’ndaki resim öğretmenim Trabzon’daki Şükrü Sezek idi. Birkaç yıl sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nin giriş sınavını kazanınca Şükrü Bey’i bulup durumu bildirdim. “Aferin” bekliyordum. Yüzünü ekşitti, “İyi ... yemişsin. Ressam olup sürünecek misin?” dedi. Akademiye giderken, Babıali piyasasına da ucundan, köşesinden girmeye başladım. Karikatürcü olmak istiyordum ama illüstrasyon, ofset ressamlığı, yazı başlıkları gibi, resimle ilgili hemen her şeye bulaştım.

Yıllar çok çabuk geçmişti, emekli olduktan sonra bol bol boş vaktim vardı artık. Arkadaşlar beni Karikatürcüler Derneği çalışmalarına bulaştırdılar. Arkadan 1989 yılında Karikatür ve Mizah Müzesi açıldı. O tarihten bu yana müze yönetimindeyim.

Trabzon anılarım halen taze. Hemşehriliğim sürmekte...

Erdoğan Bozok: 1932’de İzmit’te doğdu. Ünye’de başlayan ilköğrenimini Ordu, Trabzon’da tamamladı.
İlk karikatürleri Doğan Kardeş dergisinde yayınlandığında Beşiktaş 1. Ortaokulu’nda öğrenci idi.
Kabataş Lisesi’nde öğrenciliği sırasında, artık Babıali’de çocuk dergilerinde ressamlık yapmaya başlamıştı.
Haftalık Hafta, Hayat dergilerinde de karikatürleri yayınlanıyordu.
Daha sonra İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümüne girdi.
Halil Dikmen ve Zeki Kocamemi atölyelerinde (Trabzon’dan arkadaşı Zühtü Ellezoğlu ile birlikte) öğrenim gördü.
Karikatürleri Dünya, Milliyet, Cumhuriyet, Akbaba, Çivi, Çarşaf, İkibine Doğru, Maya gazete ve dergilerinde yayınlandı.
Sergiler açtı... Akbank, karikatürlerini yurt içinde çeşitli illerde sergiledi.
Uluslar arası yarışmalara katıldı, ödüller kazandı: En önemlisi “1973 ALTIN EZOP”, Gabrovo/Bulgaristan.
Bir karikatürü 1985 yılında Belçika’da yayınlanan “25 Yılın En İyi 60 Karikatürü” albümüne alındı.
Çizgiler, Modern Çağ ve Rastgele isimli karikatür albümleri yayınlanmıştır.
1993; Karikatürcüler Derneği Başkanlığı yaptı. 1990 yılından beri İBB Karikatür ve Mizah Müzesi’nin yöneticiliğini sürdürmektedir.

Trabzon 2015 Dergisinden

Yayınlanma Tarihi : 21 Eylül 2015

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E GEÇİŞ SÜRECİNDE TRABZON’DA DEĞİŞİM ÜZERİNE
Dr.Rahmi ÇİÇEK
(KTÜ Fatih Eğitim Enstitüsü Öğretim Üyesi)

Giriş

Şerif Mardin, Osmanlı’dan Cumhuriyet’in 1960’lı yıllarına kadar Türk siyasal ilişkilerini açıklarken, Edward Shils’in “Center and Periphery”sinden hareketle merkez-çevre ilişkisi üzerinden Osmanlı merkez-taşra ilişkilerini ve onun devamı niteliği taşıyan Cumhuriyet döneminde oluşturulmaya çalışılan ulus devleti, merkez-çevre ilişkilerinden hareketle açıklamıştır (1). Cumhuriyetin merkez-çevre ilişkisini değerlendirirken de Osmanlı deneyiminin ve toplumsal merkez-çevre ilişkisinin kendine özgünlüğü tezinden hareket edilmediğini vurgulamaktadır. Cumhuriyeti kuranların, Osmanlı toplumunun Avrupa’nın uluslaşma sürecinden farklı, batı tipi merkez-çevre ilişkisi dışında, kendine özgünlüğünü yeterince fark edemediklerini ifade etmektedir. Bu nedenle, Cumhuriyet döneminde yapılan yeniliklerin daha çok batı tipi ulus-devlet ilişkisinin temel alındığını belirterek, 1950’lerde ortaya çıkan siyasal ve toplumsal problemlerin kaynağını bu algılama eksikliğine bağlamaktadır.

19. Yüzyıl Emperyalizminin kendi dışında kalan dünyayı çevreleştirmesinin teorik boyutları üzerinde duran Şevket Pamuk, uluslararası ticaret açısından, üç tür çevreleştirme üzerinde durmaktadır. Birinci tür resmi sömürgeciliktir. Sömürge-sömürgeci ilişkisi içerisinde emperyalist ülke, sömürge toprakları üzerinde istediği siyasal veya ekonomik düzenlemeyi yapma yetkisinde tamamen özgür olduğu gibi, başka emperyalist güçlerin müdahalesine de izin vermiyordu.

İkinci tür sömürgecilikte, sömürge siyasal bağımsızlığa sahip olmakla birlikte gayri resmi emperyalist güçlerin çevreleme girişimleriyle karşı karşıya idi. Sömürgedeki tüm ilişkiler metropol bir tek ülkenin denetimi altında yürütülmekteydi. Burada, siyasal iktidarın ticaret sermayesi ile ihracata yönelen büyük toprak sahiplerinin ittifakının elinde olduğu Orta ve Güney Amerika ülkeleri kast edilmektedir.

Üçüncü tür sömürgeleştirme, emperyalistler arası rekabete açık konumda bulunan topraklarda ve siyaseten bağımsız konumda olan devletler üzerindeki mücadele olarak görülür. Çin, Osmanlı ve İran örneklerinde olduğu gibi birden fazla emperyal devlet, sözde bağımsız olan bu devletleri aralarındaki mücadele ile çevreleştirmeye çalışmışlardır. Üçüncü türü, ikincisinden ayıran en önemli özellik, emperyalistler arası rekabet koşulları ile görece güçlü bir merkezi devletin bir arada bulunmasıdır. Bu toplumsal kuruluşlarda merkezi bürokrasi ile dünya ekonomisiyle kendi çıkarları doğrultusunda bütünleşmeden yana olan toplumsal sınıflar, yani tüccar ve ihracata dönük büyük toprak sahipleri arasında bir çelişki görülmektedir (2).

Merkez-çevre ilişkileri açısından 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte Trabzon örneğini ele alırken, hem Şerif Mardin’in klasik Osmanlı modelinde merkez-çevre ilişkileri dışında kendine özgü tarafları olduğu tezi, hem de Şevket Pamuk’un Osmanlı’nın son yüzyılını yarı sömürge devleti olarak niteleyenlerin aksine, üçüncü bir kategoriden hareket ederek, Osmanlı’dan, Cumhuriyet’e geçiş sürecindeki bu tanımlamayı Trabzon’daki gelişmelere uygun buldum.

Bu durumda; Cumhuriyet, sadece İstanbul’u bertaraf etmekle kalmamış, aynı zamanda 19. Yüzyıl Osmanlı’sında oluşan emperyalist güçlerin tek tek Osmanlı’da merkez olma girişimlerini de ortadan kaldırmıştır.

Pamuk’a göre, üçüncü tür ülkeler üzerinde merkez-çevre ticaretinin genişlemesine, sonradan bir başka boyut, merkez ülkelerinden sermaye ihracı eklendi. Çevre devletlerine büyük miktarda borç verildi. Daha önemlisi, çevre ülkelerinde demiryolları gibi ticareti genişletmeye yönelik altyapı tesislerine büyük miktarda yatırım yapıldı. Buna karşılık, tarım ve sanayi gibi doğrudan üretim faaliyetlerine sermaye, Birinci Dünya Savaşı’na dek sınırlı kalmıştır (3). İşte bu durum bize 19. Yüzyılın başlarında yaklaşık 15 bin nüfusa sahip olan Trabzon’un 1870’lı yıllara gelindiğinde hem nüfus ve hem de fiziksel özellikleri bakımından gelişmesini açıklayan önemli bir tespittir. Nüfusu 60-70 binlere çıkan şehir, bir taraftan uluslararası ticaretin Karadeniz sahilindeki önemli üslerinden biri olurken, diğer yandan kozmopolit bir görüntüye sahip olarak fiziksel büyümesini gerçekleştirirken, bunun arkasında sadece Osmanlı’nın ticari ve doğal büyümesinin olmadığını göstermektedir.

Trabzon’da Uluslararası Sömürü Sistemi ve Uzantıları Açısından Merkez-Çevre Oluşumu

Osmanlı İmparatorluğu üzerinde 1830’lardan itibaren denetim mekanizmaları kuran emperyalist devletler, bazen kendilerine özgü, bazen de birbirlerine benzer yöntemler kullandılar. Bu yöntemleri genelleyecek olursak; Birincisi Osmanlı devletini açık pazar haline getiren ticari imtiyaz antlaşmaları ve içeride bu anlaşmalara dayalı olarak oluşturulan imtiyazlı gayrimüslim unsur. İkincisi İmparatorluğun din ve etnik çeşitliliğinden faydalanarak, bu grupları yönlendirme ve sahiplenme. Üçüncüsü, Osmanlı yönetimi üzerinde baskı oluşturarak, denge politikası denilen yapı içerisinde, Osmanlı Devleti’nin siyasal çıkmazlara doğru sürüklenmesi. Dördüncüsü de Osmanlı’nın değişme isteğinin reformlar adı altında teşvik edilerek, kontrol altında tutulması.

Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı üzerinde uluslararası baskının ilk adımlarından biri oldu. Çarlık Rusya’sı Osmanlı üzerinde Ortodoks cemaat üzerindeki kontrolünü artırırken, bu kontrol mekanizmalarından biri de Trabzon’da yaşayan Rum cemaati üzerinde oluşturuldu. Rusya açtığı konsoloslukla bir taraftan Rum cemaatin menfaatlerinin koruyucusu ve kollayıcısı olurken, diğer yandan Karadeniz’in önemli bir liman kenti olan Trabzon’da Rus ekonomik menfaatlerini korumayı amaçladı.

1801’de Rus konsolosluğunun açılmasından 19. Yüzyılın sonlarına kadar Trabzon’da, uluslararası rekabetin doğurduğu ticari faaliyetlerin bir sonucu olarak, emperyalizmin uzantıları olan konsoloslukların sayısı da artı. 1888 yılında Trabzon’da Avusturya-Macaristan, İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, İran, Yunanistan, Belçika ve Amerika, İspanya ve Felemenk devletlerinin konsoloslukları yer almaktaydı (4).

Bu konsoloslukları sadece birer ticari ve siyasal odak olarak düşünmek mümkün değildir. Çünkü şehir hayatında, bu temsilciliklerin, şehrin ve şehirlinin yeni odak merkezleri olarak değişimi yönlendirdikleri bilinmektedir.

Şehirde konsoloslukların en belirgin etkilerinden biri, şehrin cazibe merkezinin Meydanı Şarkî’ye kayması oldu. Klasik Osmanlı döneminin idare merkezi olan Ortahisar Osmanlı idari yapılanmasının merkezi olarak devam ederken, yeni merkez kentte yaşayan Hristiyan toplumu da bu alana doğru çekti. Meydan ve Liman 19. yüzyıl Trabzon şehrinin ticari ve ekonomik olduğu kadar kültürel merkezi oldu. Limanı kullanan yerli ve yabancı acentelerin toplandığı meydan, yabancı konsoloslukların da burada yer almalarına sebep olmuştur. Meydan, deniz yoluyla gelen yabancılarla, İpek yolu kervanlarının ilk uğrak yeri oldu. Tarihi hanlar ile 19. yüzyıl otel ve lokantaları burada toplandı. Meydan’dan açılan iki sokak Uzun Sokak ve Kunduracılar Sokağı alışveriş mekânları halini aldı.

19. Yüzyıl Trabzon’unda şehrin yükselişindeki kesit noktalara baktığımızda ilk gelişme 1800’lü yılların başında açılan Rus konsolosluğu ile birlikte Rum Ortodoks cemaatin etkinliği kendisini gösterdi (5).

İkinci gelişme; 1829 yılında imzalanan Edirne Antlaşması’ndan sonra ortaya çıkan ticari faaliyet ve olanakların, çevre vilayetlerden kente nüfus akışını sağlamasıdır. 1835’te kent nüfusu 25-30 bine ulaşarak, yüzyılın başındaki nüfus ikiye katlanmıştır. Bu nüfusun 20-24 bini Müslüman, 3,5-4 bin kadarı Rum ve kalan 2 bini de Ermeni idi (6).

Üçüncü dönüm noktası ise Kırım Savaşı’dır. Savaş sırasında ikmal üssü haline gelen şehirde ticari faaliyet doruk noktaya ulaştığında, çevre kasaba ve köylerden birçok insan Trabzon’a yerleşerek yoğunlaşan ticari hizmetlerde çalışmaya başlamışlardır. 1856 yılında şehrin nüfusu 70 bine yaklaşırken çevreden göç eden Rum ve Ermeniler şehrin demografik durumunu değiştirmeye başladı. Bu Gayrimüslim nüfusun çoğu yeni mesleklere dâhil olarak kendi cemaat mensuplarının ticarethanelerinde hizmet vermeye başladılar. Türkler ise büyük ölçüde inşaat sektöründe istihdam edildiler. Kırım Savaşı’nın yarattığı zenginlik, kentin hızla gelişmesini sağladı. Biriken sermaye yeni han ve evlerin inşa edilmesini sağladı. İngiliz konsolosu, şehirde meydana gelen değişimi anlatırken şu ifadelere yer vermektedir:

“Trabzon yöresel olarak büyük bir maddi gelişme gösterdi. Üç yıllık savaş, büyük miktarda altının burada birikmesine yol açtı ve büyük tüccarlardan birkaçı bunlardan yararlanmayı bildi. Her gün binalar yükseliyor, kentin sınırları önemli ölçülerde büyüyor, yerliler daha iyi giyiniyor ve daha iyi yaşıyorlar, yoksullar çeşitli sıkıntılar ve yoksunluklar nedeniyle azalmakla birlikte her yerden gelen yabancılar bu boşluğu dolduruyor” (7).

Trabzon’da oluşan nüfus ve servet yoğunluğu 1813’te 18 cami, 10 kilise, 8 han, 5 hamamdan oluşan sayıları, 1847’de 22 cami, 27 kilise, 14 han ve 12 hamama çıkardı. 1860’lara gelindiğinde ise yaklaşık 60 bin nüfusa ulaşan kentte 52 cami, 55 kilise ve şapel, 22 han, 12 kervansaray, 15 hamam 87 fırın bulunmaktaydı (8).

1871 yılına gelindiğinde ise Trabzon’daki emlak sayısı şu şekildedir:

Postahane:1, gümrük:3, fener:1, karantina: 1, muvakkithane: 1, telgrafhane: 1, karakolhane: 1, cephane: 1, tabya, 2, imaret: 1, çeşme:201, şadırvan: 2, namazgah: 1, türbe: 5, tekke: 3, medrese, 4, mekatib-i İslam: 18, mekatip-i rüştiye: 1, fetvahane: 1, mescit: 17, cevami: 27, oda: 66, hamam: 12, fırın: 86, han: 33, mağaza: 441, dükkan: 1232, hükümet konağı: 1, hane: 4139, Ermeni kilisesi: 3, Rum mezarlığı: 1, Rum mektebi:3, Rum kilisesi: 24, İslam kabristanı: 18, kuyu: 15, yer mahzeni: 2, bağçe: 2, kahvehane: 131, bedesten maa dolap: 44, samanlık: 5, mumhane: 2, değirmen: 21, arsa: 133, kömür mağazası: 2, ahır: 21, köprü: 2, kalekapısı:5, gazino: 4, arak fabrikası: 3, çömlekhane: 9, meygede: 51, kayıkhane:2, salhane: 3, yemeni basımhanesi:9, boyahane:3, debbağhane: 17, kabhane: 1, menzilhane:1, kiremithane: 1, matbaa:1, mera:6, sebzelik: 15, tarla: 347, çayır: 10, otlakiye: 66, çamlık: 6, çalılık: 5, koru: 12, orman: 5, taş oçağı: 5, meydan: 2, kızlar manastırı: 1, Protestan mezarlığı:1, ecnebi mezarlığı: 1, Fransız mektebi: 1, Fransız kilisesi: 1, Katolik mektebi: 3, Katolik kilisesi: 2, Ermeni mektebi: 1 (9).

Trabzon’un gelişiminde dördüncü dönüm noktası ise 1870’lerde başladı. Bir taraftan Trabzon üzerinden yapılan uluslararası Karadeniz ticareti, Rusya’nın kontrolü altındaki Kafkasya kıyılarına kayarken, İran ticareti de Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Basra-Kızıldeniz-Akdeniz güzergâhına kaydı. Böylece Trabzon ticaretinin durgunlaşma dönemi başladı.

Geçimlerini sağlayamayan ve genellikle hizmet sektöründe çalışan ve çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu gruplar ya köylerine geri dönmeye başladılar, ya da inşaat alanında kazandıkları deneyimi İstanbul’a göç ederek orada sürdürme çabasına girdiler. Buna karşılık Trabzon’a çevreden göç eden iyi eğitim almış Gayrimüslim gruplar kentte kalmaya devam ettiler (10).

Gayrimüslim nüfusun zenginleştiği 19. yüzyıl Trabzon’unda, başkentin uzantısı olan merkezileşme ve taşrada kurumlaşmaya bağlı olarak, kamu binaları da yeniden düzenlendi. Devletin batılılaşma ve merkezileşme sürecine paralel olarak şehirde kamu binaları kendini göstermeye başladı. Vilayet konağı, gümrük binaları, karantina istasyonu, belediye binası gibi yapılar. Merkez-çevre ilişkisi içerisinde şehrin görüntüsünü değiştirmiştir (11).

Osmanlı resmi binalarının inşa edilmesiyle ilgili olarak Findley’nin yapmış olduğu tespit kısmen de olsa Trabzon için de geçerlidir. Ona göre; Abdülhamit, Osmanlı padişahları arasında en çok bina inşa ettirenlerden biriydi. Onun inşa ettirdiği binalar, kendine özgü üsluplarıyla, Makedonya’dan Irak’a kadar imparatorluğun dört bir yanında hâlâ şehir manzaralarına damgasını vurmaktadır. Önceki devirlerle Abdülhamit devri arasında bu açıdan en büyük farklılık, Abdülhamit’in inşa ettirdiği binaların cami ve saraylardan çok idari binalar, kışlalar, okullar, mescitler, tren istasyonları, rıhtımlar, çarşılar ve saat kulelerinden oluşmasıydı (12). Trabzon’daki askeri okul, cephanelik ve kışla binası, idadi binası, belediye binası gibi birçok kamu binası bunların örnekleri arasında yer alır.

Kentte Gayrimüslimlerin egemenliği idari yapı hariç olmak üzere hayatın hemen hemen her noktasında kendisini gösterdi. Bu üstünlük, yabancı sermaye ve onların uzantısı olan devletlerin etkisi altında gelişti. Bu noktadan bakıldığında Trabzon, bir taraftan idari olarak İstanbul’un etkisi altında iken, diğer yandan ise tümüyle emperyalist devletlerin uzantısı haline gelmiş olan Gayrimüslimlerin etkisinde bulunuyordu. Bu durum 19. yüzyıl Trabzon’unda inşa edilen sivil mimariye, dini mimariye, okul mimarisine ve şehrin fiziki yapısını etkileyen birçok alana da yansıdı.

Bunlar içerisinden sadece eğitim ve okulları esas aldığımızda, Trabzon’da genellikle Gayrimüslimlere yönelik olarak açılan çok sayıda eğitim kurumunun varlığı dikkati çekmektedir. Trabzon’da eğitim faaliyeti yürüten ülkeler arasında Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, İtalya, İran gibi devletler bulunuyordu. Bunlar arasında ABD ve Fransa’nın açmış olduğu okullar şehirde iki cemaatin oluşmasına yol açtı. Bunlardan biri Protestan, diğeri ise Katolik cemaatidir. Katolik cemaatin oluşumunda Fransız misyoner okulları etkin olurken, Protestan cemaatin oluşumunda Amerikan misyoner okulları ile İngiliz temsilcilerin destekleri etkili olmuştur.

Findley, Osmanlı’da 19. yüzyıl misyoner faaliyetlerinin toplumsal değişimde oynadığı rolü şu şekilde ifade etmektedir:

“Misyonerler, hayırsever faaliyetlerde bulunmakla birlikte, daha önce görülmeyen farklılıklar yarattılar (örneğin Gregoryen Ermenilerin yanı sıra Protestan ve Katolik Ermeniler), hem yeni ve hem de eski farklılıkları siyasallaştırdılar (örneğin Lübnan’daki Maruniler ile Dürziler) ve Osmanlı Devleti ile geleneksel Doğu kilisesi de dahil olmak üzere mahalli aleyhlerine çevirdiler. Misyonerler zorlukla karşılaştıklarında sürekli olarak kendilerine en yakın hissettikleri güçlü diplomatlardan yardım istiyorlardı. Örneğin Amerikan misyonerleri İngiliz elçiliğine başvuruyordu. Bir bakıma misyonerler genellikle Osmanlılardan izinsiz hareket ettiklerinden, onların (Osmanlıların) bu konudaki endişeleri hiç de sebepsiz değildi. Abdülhamit, 1901 yılında izinsiz Fransız kuruluşlarını kapatmaya kalktığında, Fransızlar bir donanma göndererek kendilerine bağlı bütün kuruluşların faaliyetlerinin serbest bırakılmasını talep ettiler, diğer Avrupalı güçler de benzer taleplerle Osmanlının karşısına çıktılar. Osmanlılar zaman zaman misyonerlerin casusluk yaptığından şüphelenmekteydi ve Birinci Dünya Savaşı sırasında bu şüphelerin bir kısmı doğrulandı” (13).

Bu tespitler, Trabzon için de geçerlidir. Trabzon şehir merkezinde bulunan üç Fransız okulundan birincisi Uzun Sokak Frerler mülkü olan binada hizmet vermektedir. 1891 yılında Kolej seviyesinde eğitim veren okulun rüştiye ve idadiye seviyesinde erkek öğrenciler eğitim görmektedir. İkinci okul Trabzon’un Frenk Hisar mahallesinde Kapuçin rahiplerinin mülkünde yer almaktadır. Kız öğrenci okulu olarak rüştiye seviyesinde eğitim vermektedir. Üçüncü okul yine Frenk Hisar mahallesinde olup iptidai derecesinde erkek öğrencilere eğitim vermektedir. Bu okulların hiç birinde Müslüman öğrenci bulunmamaktadır.

Aynı şekilde faaliyet gösteren İtalyan okullarında da Müslüman öğrenci olmadığı bilinmektedir. 1890’larda Trabzon eğitim müdürlüğü tarafından yazılan bir yazıda Frerler okulunda 8-10 kadar Müslüman çocuğunun okuduğu bildirilirken bu öğrencilerin, Trabzon’da Kız Rüştiyesi olmadığı için buraya devam ettikleri vurgulanmaktadır (14). Bu misyoner okulları içerisinde farklı konumda olan sadece İran okuludur. İran Okulu sadece İran vatandaşı olan çocuklara eğitim verirken, diğer yabancı okulların öğrencilerinin önemli bir kısmı Osmanlı vatandaşı olan Gayrimüslimlerdir (15).

Yine Trabzon vilayetinde 1894 yılında Gayrimüslimler tarafından açılan 94 Rum Okulu, 24 Ermeni okulu, 2 Protestan okulu olmak üzere toplam 120 Gayrimüslim okulu bulunmaktadır (16). Bu açıdan bakıldığında, okul, sadece dinsel değil aynı zamanda ulusal bir bilincin muhafaza edilip yeşertildiği bir araç olarak belirmektedir (17). Cemaat içi siyasallaşma ve ulusal bilincin oluşumunda okullaşmanın önemli bir yeri olduğu açıktır. Artık yüzyılın sonlarında Osmanlı kontrolünden çıkan Gayrimüslim azınlık çeşitli devletlerin denetimi altında hareket eden uzantılar haline dönüşmüştür.

Şehirde yaşayan Gayrimüslim hayatındaki sosyal farklılıklara dikkat çeken Stephanos Yerasimos, 19. Yüzyılda dış ticaretle zenginleşen Rumların çocuklarını istedikleri gibi dışarıya göndererek eğittiklerini vurgulamaktadır (18).

1884 tarihli Alman Konsolosluk raporlarına yansıyan şehrin ticari hayatı hakkındaki bilgilere göre: Trabzon’da 16 yabancı şirket temsilcisi, 33 ihracatçı, 72 ithalatçı bulunuyordu. Bunların önemli bir kısmını Gayrimüslimler oluşturmaktadır (19).

Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Geçiş

1870’lerden itibaren düşüşe geçen Trabzon ekonomisi ve uluslararası ticaret şehrin giderek ekonomik kaynaklarının azalmasına yol açtı. 1889 sonrası oluşan II. Abdülhamit’e karşı muhalefet hareketi, Trabzon Müslüman ticaret kesiminde de bir ikilem yarattı.

Müslüman toplumunun siyasal olarak bölünmesi, Trabzon’daki Müslüman kökenli sermayedarların kutuplaşmasına yol açtı. Barutçuzadeler gibi İttihatçı liderlerin Trabzon burjuvazisine sonradan katıldıkları ve şiddetli bir biçimde Rum karşıtı ve Hristiyan karşıtı oldukları bilinmektedir. Buna karşın daha eski Müslüman sermayedarlar Gayrimüslimlerle işbirliği sürecinin devamı yanında yer aldılar. Milli Ekonomi düşüncesinin giderek önem kazandığı 1913’lü yıllarda, Gayrimüslim sermayeye karşı boykot uygulanması kararlarının alınmaya çalışıldığı toplantılarda Nemlizade Osman Efendi, Rum karşıtı tedbirlere muhalefet etti. Aynı şekilde, 1913-1914’te, Rum dükkânlarına ve işletmelerine yönelik olarak genişleyen boykot, ticari ve mali konularda Rumlar ve Türkler arasında var olan çok sıkı bir ilişki yüzünden, Trabzon’da pek ses getirmeyecektir.

Trabzon, II. Meşrutiyet’te İttihatçı karşıtları için önemli bir merkezdi. Bu muhalefet savaş sonrasına da uzandı ve Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’e karşı etkili bir muhalefete dönüştü. Trabzonlu sermayedar seçkinlerin İtilafçılara yakınlığı büyük bir oranda İtilaf partisinin ideoloğu Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi görüşlerinde karşılık bulan köklü bir özerklik arzusuna bağlıdır. Bu durum savaş sonrasında iki farklı kurtuluş düşüncesini de doğuran ana etmenlerden biridir. Hiç şüphe yok ki, bu eğilim başkente nazaran Trabzon’un sahip olduğu kuvvetli bir iktisadi ve ticari özerkliğe bağlıdır. Bu özerklik duygusu, Rumlar ve Türkler arasında savaş sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılacak bir rejimin kurulması üzerine bir uzlaşma sağlanması için kuvvetli bir temel oluşturmaktaydı (20).

Cumhuriyet’e gelindiğinde I. Dünya Savaşı ve sonrası yaşanan gelişmeler ve imzalanan Lozan Antlaşması, Trabzon’da yeknesak bir toplumsal yapının kurulması için gerekli ortamı oluşturdu. Artık Trabzon’un Gayrimüslim sermayedarları, yaşanan olaylar ve imzalanan mübadele antlaşmasıyla şehri terk etmişlerdi. Müslüman sermayedar ise aralarındaki siyasal çekişmeler her ne kadar alttan alta devam etse de, tek merkezli bir siyasal sistemin içerisinde yeniden oluşan ilişkiler ağı ile şehrin tek ve yegâne itici gücü haline gelmişlerdi. Cumhuriyet öncesinin rekabeti artık yok olmuştu.

Şehrin fiziki yapısında yer alan Müslüman-Gayrimüslim sermayedarın rekabetinin yansımaları bugün bile 19. ve 20. yüzyıldaki görüntüleri ve güzellikleriyle yaşamaya devam etmektedir. Konstantin Kabayanidis’in bugün Atatürk Köşkü olarak kullanılan köşkü ile Kostaki Teophylaktov’un Kostaki Konağına karşı, Nemlizade Hacı Ahmet Efendi’nin Nemlioğlu Konağı, Kalcıoğlu Konağı ve Hacı Rüştü Konağı Trabzon’un Cumhuriyet öncesi rekabetin ve bölünmüşlüğün izlerini taşımaktadır (21).

Cumhuriyet öncesinin çok merkezli yapıya bağlı bölünmüşlüğü sadece sermayedarların inşa ettikleri konak ve köşklerde yer almamıştır. Bugün kentin kültürel envanterine baktığımızda 19. ve 20. yüzyıldan kalmış olan okullar (22), kamu binaları (23), konutlar (24) gibi pek çok yapıda bunun izlerini görmek mümkündür.

Cumhuriyet siyaseten ortadan kaldırdığı çok merkezliliği tek merkeze dönüştürürken, Anadolu şehirlerinin fiziki görüntüsü de tek merkezin uygulamalarına bağlı olarak değişmeye başladı. Bu durum yeni idari merkezlerde yeknesak görüntüler oluştururken, Trabzon gibi eski kültürel mirasa sahip olan kentler de bugüne kadar devam eden geçmişin kültürel farklılaşmalarının izlerini taşıdı.

Cumhuriyet, şehirlerin değişimindeki yapılanmayı belirli bir planlama içerisinde 1930’lardan itibaren gerçekleştirmeye başlamıştır. Ankara merkezli mimari tercihle oluşan yeni stilin izleri öncelikle vilayet konakları ile vali evlerinde ve resmi kurumlarda görülmeye başlandı. Trabzon’da Cumhuriyet’in kamu binalarına baktığımızda 1927 yılında Gümrük binaları, 1933 yılında vilayet konağı, Ziraat Bankası (25), 1939 yılında Trabzon lisesi binası (26) bu şekilde izler taşıyan yapılar olarak inşa edildiler.

Cumhuriyetin, modern bir ulus devlet oluşturma isteği, şehirlerin yeniden düzenlenmesinde etkin olan faktörlerden biridir. Ulus-devletin tek dilli, tek kültürlü yapısına uygun olarak önce Ankara yeniden inşa edilirken, yeni oluşan merkezin modeli oldu. Yeni başkentin inşası sürecinde oluşan görünüm, belediyeler vasıtasıyla taşraya yansıtıldı. Önemli ölçüde merkez odaklı olan uygulamalar 1928-1956 yılları arasında plan zorunluluğuna dayalı olarak oluşturuldu (27). Belediyeler vasıtasıyla merkez, illerdeki imar ve fiziksel değişimi bu dönem içerisinde kontrol altında tuttu. Bununla ilgili olarak 1930 yılında çıkartılan Belediye Kanunu, uygulamadan kaynaklanan sorunların giderilmesi amacıyla zaman zaman yeniden düzenlendi. Böylece kentlerin bir plan dâhilinde yeniden organizasyonu oluşturulmaya çalışıldı (28).

Trabzon’da Cumhuriyet döneminde kentin merkeze benzer şekilde yeniden inşası J. H. Lambert planına dayalı olarak 1939 sonrasında başlatıldı. Plan, modern şehirciliğin öngördüğü ölçülere dayalı olarak oluşturulmuştu. Şehrin çeşitli alanlara ayrılarak, yeniden organize edilmesi düşünülmüştü (29). Bu plan uygulamada Trabzon’a bir takım yeni düzenlemeler getirse bile planının tümüyle uygulanması daha sonraki yıllarda mümkün olmadı.

Evrim Düzenli tarafından yapılan bir çalışmada 1931-1958 döneminde Trabzon Belediye Zabıtları’na dayalı olarak ortaya konulan uygulamalar ve değişim üzerine tartışmalarda, Cumhuriyet’in Trabzon’a yeni şehirciliğin öğeleri arasında yer alan Meydan düzenlemeleri, Anıt dikilmesi, Müze oluşturma, bir kültürel merkez olarak sinema inşası gibi değişimleri getirdiği vurgulanmaktadır (30).

Cumhuriyet, merkezi kanun ve yaptırım gücünü kullanarak taşranın fiziki yapısını değiştirirken, Osmanlı’dan farklı olarak gelişen modern hayatın oluşturduğu değişimi de kendi yönlendirmeye başladı. Cumhuriyet döneminin modern kent hayatının mahalleri batı örneğinden alınarak oluşturulan kooperatifçiliğe dayalı sivil mesken örnekleri önce Ankara’da oluşturuldu. Bu örneklerden hareket eden Trabzon yerel yönetimi eski kentin doğu ve batısında yeni mahallerin oluşumunu öngören düzenlemeler düşündü. Planlamadan çok daha sonraları gerçekleşmiş de olsa yeni mahalle örnekleri Ankara merkezli örnekler olarak hayata geçirilmiştir. Yeni şehir planlaması çerçevesinde oluşturulmaya çalışılan yeni model meskenler, eskinin köşk ve konak geleneğinden oldukça farklı mütevazı konutlar olarak düşünülmüştür.

Yine aynı şekilde 19. Yüzyılın sonlarında başlayan yeni ticaret sınıfına hitap eden ve eski han ve kervansarayların yerini alan oteller yeni yaşamın gereklerine uygun mekânlar olarak değiştirilmiştir. Buralara restoranlar ve çay-kahve salonları ilave edilerek yeni yaşam koşullarına göre yeniden düzenlenmiştir. Otel Yazıcı, Kafkas Oteli ve Yeşilyurt Otelleri her ne kadar Osmanlı 19. yüzyıl yapıları olsa bile Cumhuriyet döneminde değişen koşullara uygun görüntüye kavuşmuşlardı (31).

Şehrin aydın sınıfı için oluşturulan şehir kulüpleri, Cumhuriyetin toplumsal yapılanmasına uygun hale getirilen Türk Ocakları ve Halkevleri binaları, değişimin toplumsal boyutunun fiziki yansımaları olarak değerlendirilmelidir.

Sonuç

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişten söz ederken sadece siyasal rejimin değişiminden söz edilmemelidir. Siyasal sistem ve rejim kadar toplumsal yapı ve düşünce ile kentlerin fiziksel oluşumlarının da değiştiğini bilmemiz gerekmektedir. Bu değişimde siyaseten güçlü olanlar ve yönlendirenler kendilerini merkez konumuna getirdikten sonra çevreyi de kendi görüş ve algılama biçimine uygun olarak değişikliğe uğratmaktadırlar. Bu tarih boyunca olan ve olmaya da devam edecek olan bir durumdur.

Bugün Trabzon’a baktığımızda sadece Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin getirdiği değişimden söz edemeyiz. Siyasal sistem içerisinde siyasal iktidarların bile merkeze bağlı olarak çevreyi değiştirdiklerine şahit olmamak mümkün değildir. Türk siyasal hayatındaki iniş ve çıkışların sadece düşünce dünyasıyla sınırlı kalmadığı, şehirlerin fiziki görüntüsüne de yansıdığı açıktır. 1950’lilerin anlayışını, 1960 ve 1970’lerin iç ve dış göçünün yansımalarını, 1980’lerin ve 1990’ların yeniden açık pazara yönelen siyasal görüşlerin kente yansıyan izlerini kent duvarları saklamaya devam etmektedir. Tıpkı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişteki kent duvarları gibi.

Bu nedenle şehirlerin fiziki dokuları tarihin, düşüncenin ve yaşanmışlığın izlerini saklamaktadır. Bizlere düşen izleri silmek değil, izleri koruyarak kültürel mirasın zenginliğini anlayabilmektir.

1 Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul 1991, s. 30-66.
2 Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820-1913), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1994, s. 7-10.
3 Şevket Pamuk, a.g.e., s. 3.
4 Trabzon Salnamesi, 1888, (Hazırlayan: Kudret Emiroğlu,) Ankara 2002, s. 680-689.
5 Stefanos Yerasimos, “ XIX. Yüzyılda Trabzon Rum Cemaati”, Bir Tutkudur Trabzon, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997, s. 290-305.
6 A. Üner Turgay, “Trabzon”, Doğu Akdeniz’de Liman Kentleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1994, s. 65-66.
7 A. Üner Turgay, a.g.m., s. 67.
8 Üner Turgay, a.g.m., s. 68-69.
9 Trabzon Vilayet Salnamesi/1871, Hazırlayan: Kudret Emiroğlu, Ankara 1993, s. 207-211.
10 A. Üner Turgay, a.g.m., s. 68.
11 A. Üner Turgay, a.g.m., s .67.
12 Carter V. Findley, Modern Türkiye Tarihi İslam, Milliyetçilik ve Modernlik 1789-2007, (çeviren: Güneş Ayas) Timaş Yayınları, İstanbul 2011, s. 152.
13 Carter V. Findley, a.g.e., s. 141.
14 Erdoğan Keskinkılıç, “Karadeniz Bölgesindeki Azınlıklar ve Azınlık Okulları”, CIEPO XVII Sempozyumu Bildirileri Trabzon 18-23 Eylül 2006, Trabzon 2011, s. 669.
15 Gülbadi Alan, “Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler Çerçevesinde Eğitim Alanındaki Çalışmalar”,CIEPO XVII Sempozyumu Bildirileri Trabzon 18-23 Eylül 2006, Trabzon 2011, s. 689-691.
16 Erdoğan Keskinkılıç, a.g.m., s. 669.
17 Stefanos Yerasimos, a.g.m., s. 290.
18 İlber Ortaylı, “XIX. Yüzyılda Trabzon Merkez Livası ve Giresun Üzerine Gözlemler”, Bir Tutkudur Trabzon, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997, s. 267.
19 İlber Ortaylı. a.g.e., s. 279-280 Ek:II.
20 Stefanos Yerasimos, a.g.m., s. 301. 21 Trabzon Kent İçi Kültür Varlıkları Envanteri, Trabzon Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Trabzon 2010, s. 265-283.
22 A.g.e., s. 237-265.
23 A.g.e., s. 199-237.
24 A.g.e., s. 283-445.
25 A.g.e., s. 216, 222, 235.
26 A.g.e., s. 260.
27 Evrim Düzenli, “J.H. Lambert Trabzon’da, Yıl 1937 Trabzon’da “Şehirleşme” Çabaları, Lambert’in “Trabzon İmar Planı ve İzah Raporu” Üzerine Notlar”, Trabzon Kent Mirası, İstanbul 2010, s. 291.
28 İlhan Tekeli, Cumhuriyetin Belediyecilik Öyküsü (1923-1990), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011, s. 50-175.
29 Lambert; “Trabzon İmar Planı ve İzahı”, Trabzon Kent Mirası, s. 319-351.
30 Evrim Düzenli, “Cumhuriyeti Trabzon’da İnşa Etmek: Trabzon Belediye Meclisi Zabıtnamelerinde “Meydan”, “Anıt”, “Müze”, ve “Sinema” Tartışmaları (1931-1958)”, Trabzon Kent Mirası, İstanbul 2010, s. 265-288.
31 Trabzon Kültür Varlıkları Envanteri, s. 452-454.

Trabzon 2015 Dergisinden

Yayınlanma Tarihi : 21 Eylül 2015

TRABZON SEVGİSİ VE KARADENİZ ARAŞTIRMALARI
Christopher Harris

Fotoğraf: Christopher Harris ve kız kardeşi Josie 1954’te Trabzon Limanı’nda

Christopher Harris, ailesinin Trabzon ve Karadeniz Bölgesi sevgisini ve bunu nasıl devam ettirmeyi düşündüğünü açıklıyor.

Babam, Britanya Hava Kuvvetleri’nde Albay olan Vorley Harris, 1949’dan 1956 yılına kadar Trabzon’daki Britanya Konsolosu’ydu. Onun Trabzon’da geçirdiği süre, aynı zamanda yaşamamın ilk 7 yılıydı. Kız kardeşim Josie ve ben, Trabzon’daki bu yılları, ingiltere’de yatılı okullara gönderilmeden önceki özgürlük zamanını, sevdik. Trabzon Vakfı’yla paylaştığımız, aile albümümüzdeki bazı fotoğraflar, Atilla Bölükbaşı’nın Trabzon fotoğrafları koleksiyonuna da girmiş. Bu fotoğraf koleksiyonu, Sunay Akın tarafından televizyonda gösterildiğinde ve özellikle Akın bir fotoğrafa kamerayı yaklaştırdığında kız kardeşim ve ben çok heyecanlıydık; bu, ikimizin 1954’te Trabzon Limanı’nda çekilmiş bir fotoğrafıydı.

İngiltere’de okuldayken, İason ve Altın Post’un, Amazonların, Ksenophon ve On binlerin romantik öyküleri bana öğretildi. Bir Trabzonlu olarak, okul arkadaşlarım beni bu öykülerle ilişkilendirdi. Okul yatakhanesinde yatma zamanı, Trabzon’daki yaşam öyküleri beni gözde biri kıldı. Öykülerimden birinin konusu, Rose Macaulay ve onun, Trabzon’da bizim yanımızdayken yazdığı kitabıydı; yaygın bir biçimde övülen kitabı Towers of Trebizond [Trabzon Kuleleri (1)] 1956’da yayınlanınca, önemim daha da arttı. Trabzon’un kendisi, gurur duyduğum, görkemli bir tarihe sahiptir.

Daha önceden, İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk Harp Akademisi’ nde Baş Eğitmen olarak çalışmış bir Türksever [turcophile] olan babamın sayesinde, Türkiye ve özellikle Trabzon’a karşı daima büyük bir sevgi ve ateşli bir ilgi duydum

Babam’da, ilk Britanya konsolosunun Trabzon’a ulaştığı 1830 yılından bu yana (raporları tarihsel bilgi için değerli birer kaynak olan – Bakınız ayrı olarak sunulan makale) kendi öncülleri gibi, Britanya Dışişleri Bakanlığı’na bir çok rapor yazdı. Bu raporlarda Karadeniz Bölgesi’nin ve Türkiye’nin kuzeydoğusunun her yerine yaptığı ziyaretleri betimledi ve o süreçteki toplumsal ve siyasal gelişimlerin yorumlarını yaptı.

2005 yılında Reports of the Last British Consul in Trabzon [Trabzon’daki son Britanya Konsolosu ‘nun Raporları] adlı kitabı yayına hazırladım. İstanbul’daki Isis Publishing tarafından yayınlandı. Yayıncı Sinan Kuneralp, kitabın, ülke tarihinin bu dönüm noktasında, Türkiye’nin bu bölgesinin iktisadi, toplumsal ve siyasi görünüşü hakkında (bir yabancının) benzersiz kavrayışını sağladığı konusundaki inancımı paylaşmaktadır.

Kitabın birçok Türkçe çevirisi, Ankara’daki Aşina Kitaplar, Refik Belendir Caddesi 46/3,Yukarı Ayrancı, Ankara, tarafından yayınlanacak. Kitabın kopyalarına Aşina Kitaplar’dan erişilebilir. (Tel: 0 312 441 99 41 ve eposta: asinakitaplar@gmail.com).

Babamın kitabı, çağdaş Türkiye’yle ilgiliyken (1950’ler), ailemin bir başka üyesi, kuzenim, Birmingham Üniversitesi’nden Profesör Anthony Bryer, Bizans ve Osmanlı tarihinin muhtemelen en önde gelen akademisyenidir. Bryer akademik kariyerine 1950’lerin sonunda Trabzon’da başladı Ve (David Winfield’la birlikte yazdığı) Trabzon Bölgesi’nin Bizans ve Osmanlı Anıtları üzerine kitapları, referans niteliğindedir. Bryer’in Trabzon’a karşı derin sevgisi, Birmingham’daki evinin Trabzon odası’nı size gösterdiğinde, aşikar hale gelir.

Bryer sayesinde birçok kadim anıtı dünya mirası içinde yeri olan ve kişilikleri dünyaya damga vuran, Trabzon Bölgesi tarihinin şaşırtıcı dünyasına adım attım. Son yıllarda Bryer’in ve diğer akademisyenlerin eserlerini inceleme fırsatı buldum. Birleşik Krallık ve Türk üniversitelerinden akademisyenler, yazarlarla ve yenileme uzmanlarıyla buluşma şansını yakaladım ve Ankara’daki Britanya Arkeoloji Enstitüsü’nünki gibi kütüphanelerde çalıştım. Giresun doğumlu ve Karadeniz Bölgesi’nin tarihi ve arkelojisi hakkında derin bilgi sahibi olan Mete Mimiroğlu’yla yakın bir biçimde çalıştım. Mete’nin The Treasures of Sumela [Sümela’nın Hazineleri] adlı, Türkçe, İngilizce ve Yunanca olarak bu yıl yayınlanacak kitabına yardım ettim ve sponsorluğunu üstlendim.

Bryer şimdi emekli oldu ama alanındaki akademisyenlerin esin kaynağı olmaya devam ediyor. Eserlerinin birçoğu henüz Türkçe’ye çevrilmedi. Bu Bryer’le ele almış olduğum bir konu ve Bryer’in eserlerinin, Türk üniversitelerinde Türkçe olarak erişilebilir olması için, Türkçe çevirilerin sağlamak benim için bir önceliktir.

İstanbul’da kurduğum Karadeniz Tarihi Araştırmalar Vakfı, benim için, ailemin Karadeniz Bölgesi’yle yakın bağlarıyla ilgili olarak birçok çalışmayı yürütmenin aracıdır. Babamın kitabının çevirisiyle başladık, Bryer’in Karadeniz arşivini dijital ortama aktardık, Bryer’in eserlerinin çevirileri üzerinde çalışıyoruz, The Treasures of Sumela’yı bu yıl yayınlamayı umuyoruz. Bazı yeni araştırma çalışmalarını gözden geçiriyoruz ve bölgenin belli başlı anıtlarının bazıları hakkında kitaplar hazırlıyoruz. Bölgedeki kazı (ve yenileme) projelerinde yer alacağız.

Bu projelerin, unutulamaz olan bir de iş dünyası yönü bulunmaktadır. Son yıllar boyunca, bu projeler bir fark yaratacaksa esas ortakları oluşturacak olan birçok Türk işadamı ve siyasetçisiyle, tarihlerine saygı göstermek, hassas bir tarzda tarihsel yerlerin kazılmasının ve yenilenmesinin turistik potansiyeli muazzamdır. Karadeniz Tarihi Araştırma Vakfı’nı, turistik potansiyelin geliştirilmesinin önemli bir halkası ve önümüzdeki uzun yıllar boyunca çalışacak olan bir vakıf olarak görüyorum.

1. İngiltere’de 1956’da James Tait Black Memorial Ödülü alan kitap, Türkçe’de Tüm Zamanlar Yayıncılık tarafından Trabzon kuleleri – İngiliz Misyonerler Karadeniz’de adıyla Billur C. Tiğrek çevirisiyle 1995’te yayınlandı.

Çeviri: S. ERDEM Türközü

Trabzon 2015 Dergisinden

Yayınlanma Tarihi : 21 Eylül 2015

BİR KIRIK DAL ŞİMDİ...
T. İlkay SOMEL (Gazeteci-Yazar)

Her insanın sevdiği bir mevsim vardır elbette. Ocak ayında doğduğumdan olsa gerek, benim için kış, mevsimlerin en güzelidir. Bu, çocukluğumda da böyleydi, gençliğimde de böyle. Umarım yaşlılık yıllarımda da böyle olacak. Belki de kar yağmayan kentlerde yaşayamayacağım.

Böyle düşünüyordum küçük odamızın penceresinden limanı, kar altındaki Çömlekçi’yi seyrederken. Kapıdan çıktığımda, Fatih Parkı’nın ya da diğer adıyla “Âşıklar Parkı”nın, dalları taşıdığı karın zevkinden yerlere kadar eğilmiş çamları karşıladı beni.

İçimi bir sevinç kapladı.

Kar taneleri salına salına düşüyordu gribeyaz bulutlardan.

Erzurum Caddesi’nde hiç araba yoktu. Kaldırımlar diz boyu karla kapanmıştı.

Şubat ayı genelde karlı olurdu.

Bu yıl da yanıltmamıştı tahminleri.

Ağır adımlarla yürüyordum. Düşmek korkusundan değil, bu güzellikte yürümenin zevkini çıkarmak için...

FINDIKKABUĞUNUN SICAKLIĞINDA

Karla ilgili haberi düşündüm. Nasıl bir sayfa yapabileceğimi düşündüm. Hatta yol boyu gazeteyi hazırladım bile.

Meslekte birinci yılım kar sevinci yaşatıyordu.

Ve kar hala devam ediyordu.

Maraş Caddesi’nin yokuşu dikkat istiyordu. Kaymak an meselesiydi. Çare yok inecektim.

Mumhane önüne döndüğümde gazete tam anlamıyla şekillenmişti kafamda. Trabzon’da bu kadar kar varsa, Zigana Geçidi ne haldedir diye düşünüyordum. Kardan mahsur kalan otobüsler var mıydı?

Gün bitti, gazete çıktı.

Manşeti mi?

Her yerde kar var

Evin yolunu tuttuğumda, küçük odada yanan sobasının sıcaklığını, yanarken çatlayan fındıkkabuğunun sesini, üzerinde kaynayan çayın ve çaydanlığın yanında pişen kestanenin kokusunu hayalliyordum...

Bir de fındıkkabuğunun yanarken insanı sarmalayan o sıcaklığını...

Başka güzel oluyor Trabzon’da kar. Ve ben bu güzelliği kelimelere aktaramıyorum...

Bir film şeridi gibi geçiyordu o yıllar gözlerimden.

Bunca yıl sanki hiç geçmemişti.

Bir ömrü dolduracak yaşanmışlıkların hepsi masal mıydı?

Bu soruların cevabı yoktu.

Gün akşam oluyordu.

Uzun Sokak her zamanki gibi kalabalıktı.

Yarını bekliyordum.

Hele gün açsın önce, 28 yıl üzerinde yürümekten aşındırdığım sokağımın taşlarına kavuşacaktım.

Onlarla dertleştiğim günler geldi gözlerimin önüne. Kimseye anlatamadıklarımı onlara anlatırdım.

Ne anılar gömdüler sert bedenlerine.

Yine üzerlerinde yürüyeceğim, gençlik yıllarımı anarak.

Bende iz bırakanları sorarım, nasıllar diye.

Sonra, doğduğum, ilk acılarımı, ilk sevdalarımı yaşadığım, babamı yitirdiğim evime kavuşacağım.

Belki de odalarında, salonunda hala annemin, babamın replikleri dolaşıyordur. Kim bilir?

Onları dinlerim saatler boyu.

Dinlerim tabi, o özlediğim sesleri.

Sabah güneşi, Kaçkarların doruklarından başını uzattığında, ilk ışıklarını gönderdiği odam...

Bahçesindeki elma şeftalisi, malta eriği, ayva ağacı, kokulu üzüm ve hele de kar yağdığında başka bir güzellik yaratan Batum hurması.

Ve bahçenin ortasındaki şakayık.

Hasret gidereceğiz yıllar sonra.

NEREDELER?

Taksim Meydanı...

Burası mı acaba?

Gerçekten Taksim burası mı?

Hani o bir yanında ilkokulum, o zamanki adıyla Yeni Okul, yanında Ulusoy garajı, Boztepe yokuşu, Fatih Parkı, Erzurum caddesi ile Taksim meydanı.

Neredeler.

Peki üzerinden arabalar geçen bu beton ne?

Bizim eve nereden gidiliyor acaba?

28 yıl üzerinde yürüdüğüm Erzurum caddesini bulamadım ki, evimi bulayım.

Sordum birine.

Bilemedi.

Ben yaşlarda birini aradım.

Bulursam o bilir diyordum.

Buldum.

Balıkçıymış. Uzun uzun süzdü beni

“Neredeydin” der gibi büktü dudağını:

“Erzurum Caddesi mi kaldı” dedi, Oradaki üç binanın dışındaki evlerin üzerinden arabalar geçiyor artık...”

Yürüdü gitti. Giderken de kendi kendine söyleniyordu:

“Yol yapacağız diye yıktılar Trabzon’u. Senin evin yok oldu da benimki duruyor mu sanki?”

Evim, anılarım, emeklediğim salon, duvarlarına sinmiş sesler, bahçemdeki şakayık, ağaçlar...

Ben Trabzon’da hiç mi yaşamadım?

Sanırım öyle.

Yaşasaydım eğer bir iz kalırdı geride.

Ne evim var, ne bahçem, ne de yolum...

Şimdi Taksim Meydanı’ndan, üzerinden geçen beton yoldan çok uzaktayım.

Kar yağıyor alabildiğine.

Her yer buz.

Balkonum Ege’ye bakıyor.

Buzlar sarkıyor anılarımdan.

Hiç yaşanmamış gibi, 28 yılım.

DOKULAR HASAR GÖRÜNCE

Şehircilik uzmanları, çok büyük değişiklikler gerekse bile, kentin asıl dokusuna zarar vermemeyi ön görür bildiğim kadarıyla.

Kent dokusu her zaman korunur.

Korunur çünkü asırların ötesinden gelen ve farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan yapılar, o kentin gerçek hazinesi olduğu için.

Korunur çünkü o kentin sanatsal değerleri olduğu için.

Korunur çünkü orada asırların yaşanmışlığını bugüne taşıdıkları için.

Korunması gerekir çünkü kaldırıp atılan o taşların, bir greyder kepçesinin vuruşuyla çöken, yok olan duvarların tapusuz da olsa, sahipleri vardır.

Bir darbeye boyun eğen o duvarlarda asılı duran sararmış fotoğraflar yok muydu, kepçe indiğinde üzerine?

Fotoğraflar yoksa bile, izleri durmuyor muydu, sararmış kireç badanalı o yüz yıllık duvarda?

Vardı elbet.

Ben anlatanların yalancısıyım.

Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde, büyüyen kentlerin yenilenmesi, artan trafiğinin rahatlıkla akması için, kent dokusuna dokunulmazmış hiç.

Öyle anlatır Avrupa görenler.

Hatta derler ki, kent başka bir yöne doğru büyür, eski kentin dokusu restore edilerek korunur.

Bizde olduğu gibi, ortasından yol geçirmek için kentin yüz-yüz elli yıllık dokusu çöplük gibi yıkılıp atılmaz.

Çünkü bilirler ki hasar gören dokuların onarımı imkansızdır.

Ve bilirler ki, dokular ölünce, bedenler başkalaşır.

BİR KIRIK DAL ŞİMDİ

Kulaklarımda hep o şarkı var, o günden beri.

Beynim aynı plağı çalıyor, bozuk bir gramofon gibi.

“Gamlı düşünceler mevsimindeyiz

Bir kırık dal şimdi sularda zaman”

“Eylülün koynunda düş görmedeyiz

Her yılki hazana benziyor hazan”

Dahası da var elbet bu duygu dolu sözlerin.

Mısralar Kemal Çivici’nin, üstat Ziya Taşkent de bestelemiş.

Bu mısraların, hangi duygularla esip savuran bir fırtınanın girdaplarında yazıldığını bilmek, tabii ki mümkün değil.

İçinde bir sevda masalı saklı olmasa da, doğup büyüdüğü topraktan çok uzaklarda yaşayanların da yüreğine sesleniyor o sözler.

“Eylülün koynunda düş görmedeyiz

Her yılki hazana benziyor hazan”

Hazanlar da birbirine benzer genelde, baharlar da. Hatta kışlar bile.

Aralarında koca bir yıl olsa bile.

Oysa kentler öyle mi?

Dönersin bir gün. Bir de bakarsın ki, sokakları sana yabancı, sen de sokaklarına.

Ne evin kalmıştır geride, ne anıların.

Sırtın üşür birden.

Çünkü artık bir yabancısın...

Trabzon 2015 Dergisinden

Yayınlanma Tarihi : 20 Eylül 2015

ANAYURDUMUZ TRABZON
Feyyaz KUĞU (Mimar)

Trabzon, yaklaşık 2800 yıllık geçmişe sahip bir yerleşim birimi. Bir çok devletin hükmü altına girdiği gibi, çok uzun bir zaman dilimi içinde de kendi devletlerini kurarak tarihte iz bırakmış bir kent.

Trabzon’un kuruluş söylemleri Ege kıyılarındaki site devletlerinden birisi olan Miletos’la (Bugünkü Milet) özdeşleşir. Kıta Hellas’dan (Yunanistan) Dorların baskısıyla Anadolu’nun Ege kıyılarına göçen Ion’luların bu bölgeye kendi adlarını (İyonya) vererek yerleşmiş ve küçük site devletler kurmuş olduklarını biliyoruz. Bu site devletlerden biri de Miletos’dur. Miletos’luların tüccar denizcileri Akdeniz ve Karadeniz’i durmadan dolaştıkları için bu denizlerin kıyılarını çok iyi biliyorlardı. Karadeniz’e açıldıklarında İ.Ö. 785 de Sinope’ye (Bugünkü Sinop) ve İ.Ö. 756’da da Trapezus’a ulaşarak yerli halklara kendilerini kabul ettirip buraları Miletos’a bağlı “koloniler” haline getirdiler. Miletoslular Trabzon’umuzda karaya çıktıklarında kayalar üzerindeki düzlüğü masa biçiminde algılayarak (Muhtemelen Boztepe’nin görüntüsü) burayı kendi lisanlarında “masa” anlamına gelen “Trapezos” olarak adlandırmışlardır.

Böylece Trabzon’umuzun söylence haline gelen isimlerinden birisinin de bu olması gerekir. Miletos’lular koloni haline getirdikleri bu yerleşimlerde yaşayan yerli halka (autochtone halka) kendi kültürlerini, dillerini (Grekçe’yi) kabul ettirdiler.

İ.Ö. İki binlerden Miletos’luların Trabzon’u koloni haline getirdikleri İ.Ö 756’ya kadar geçen zaman aralığında bu bölgeye ait pek az şey bilmekteyiz.

Ancak Trabzon limanının Orta Asya’dan gelen ticaret yollarının son noktası olduğu, Gümüşhane’de çıkartılan gümüş cevherinin de yine bu liman aracılığıyla uzak pazarlara ulaştırıldığı biliniyor.

Kolkhis, (Bugünkü Gürcistan – daha eski tarihlerde İberia diye de adlandırılıyor) bölgesi altın madenleriyle ünlüymüş. Helenlerin Ülkesi’nden (Hellas) İyonya’ya kadar bu bölgenin altınları konuşuluyor olmalı ki, yayılan efsanede Iason komutasında Argo adlı gemiyle altın postunu aramak için Kolkhis ülkesine yaptıkları seyahat anlatıyor. (Argonotların seyahati)

“Altın post” söylencesi, bu bölge akarsularında altın toplamak için uygulanan bir yöntem. Akarsulara serilen koyun postlarına dere yataklarında sürüklenen altın kırıntıları yapışıp kaldığı için altın kırıntıları postu tamamen kaplar. Altın kırıntılarıyla kaplı postu gören bir yabancının, altın toplama tekniğini de bilmiyorsa ülkesine döndüğünde neler anlatacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu olay da kolayca bir efsaneye bürünerek karşımıza “Argonotların altın postu arama serüveni” olarak çıkabilir. Trabzon Miletos’ların kolonisi olduğu süre içinde sıradan bir ticaret limanı olarak kalmış olmalı ki, Helen tarihçi ve asker Ksenophon ‘un ünlü kitabı “Anabasis” “Onbinlerin Dönüşü”nde adı geçinceye kadar tarih sahnesine çıkamamıştır. Ksenophon’un Trabzon tarihi ile olan ilişkisi Pers imparatorluğuyla Atina devleti arasındaki çatışmayla ortaya çıkar. Pers imparatorluğunda Ahamenid sülalesini kuran 2. Kyros’ün (Sirüs) (İ.Ö. 554) kendisinden çok sonra, torunlarından 2. Artakserkses, tahta geçiyor. Ancak küçük kardeşi Kyros’de taht üzerinde hak iddia edince her iki tarafın topladıkları kuvvetler, bugünkü Bağdat yakınlarında Kunaksa’da karşılaşıyorlar. Artaxerxes’in kuvvetleri düzenli Pers ordusunun askerleriydi. Genç Kyros’un ağabeysiyle mücadele etmek için Atina’dan Sparta’dan paralı askerlerden oluşan (mercenaires) bir kuvvet toplamıştı. Kuvvetlerinin başında Spartalı general Klearchus bulunuyordu. Kyros’un toplama askerleri bu savaşta yenildiler ve dört bir yana dağıldılar. Kyros’un askerleri arasında Atina’nın asil ve zengin ailelerinden ve ünlü düşünür Sokrates’in öğrencilerinden Ksenophon da vardı. Ksenophon bu sefere bir savaş gözlemcisi olarak katılmıştı.

Ksenophon dağılan Atina’lı askerleri toplayıp (belgelerde “On bin Asker” olarak söz ediliyor.) başlarına geçip onları ana vatanlarına döndüreceğine dair söz veriyor. Kuzeye Anadolu’ya doğru ilerleyip, Mezopotamya’yı geçiyorlar, Anadolu topraklarına giriyorlar. Daha sonra Erzurum ve Gümüşhane’yi geçip Trabzon’a ulaşıyorlar. Burada kendi kültürlerinden olan, kendi dillerini konuşan insanlarla karşılaşmaları onları bir hayli sevindiriyor olsa gerek. Böylece Trapezus adı tarih sahnelerine ikinci kez çıkmış oluyor. Ksenophon’un yazdığı “Anabasis” adlı kitabında: Lidya’nın başkenti Sardes’ten yola çıkışlarını, savaş alanına kadar yol alışlarını, savaşı ve savaştan sonra Trapezus’a varışlarını anlatır.

Aradan uzun bir zaman geçmeden Anadolu toprakları bu kere Makedonya kralı Büyük İskender’in (İ.Ö. 356 – 323) iştahını çekmiş olacak ki, Perslerle boy ölçüşmek üzere büyük bir kuvvet toplayarak Anadolu topraklarına geçiyor. Antakya’da Payas nehri kıyılarında Issos’da Pers ordularını ikinci kez yeniyor. Artık önünde hiçbir engel kalmadığını bilerek Hindistan’a kadar bütün toprakları işgal ederek ilerliyor. Ancak İ.Ö. 323 yılında Babil kentinde 33 yaşında hayata gözlerini kapıyor. Geriye muazzam imparatorluğunu yönetecek varisi olmadığı için, generalleri arasında büyük bir mücadele başlıyor. Uzun süren mücadele sonunda imparatorluk İskender’in generalleri arasında bölünüyor. Batı dillerinde bu mücadeleye “D i a d o c h i” adı veriliyor. (İngilizcesi Successors – izleyiciler – halefler anlamına geliyor), Generallerin mücadelesi 40 yıl sürmüş ve bu zaman içinde imparatorluğun çeşitli bölgelerine hakim olmuşlardır.

Büyük İskender’in ölümünden (İ.Ö.323) Roma İmparatorluğu’nun İ.Ö. 30 yılında Mısır’ı fethettiği tarihe kadar geçen 293 yıllık zaman dilimine tarihçiler “Helenistik Çağ” adını verirler. Helenistik Çağ, Akdeniz havzasından Orta Asya’ya kadar yayılan bölgede, özellikle sanatlarda ve kültür alanında tarihe damgasını vuran bir dönemi dile getirir. Anadolu, Pers hakimiyeti altında uzun süre sulh ve sükun içinde yaşamıştı. Büyük İskender’in Perslerle savaşmak için Anadolu’dan geçerken arkasında bıraktığı kargaşalıktan Anadolu insanı bir hayli rahatsızlık duymuştu. Yerli halk, Perslerin Satraplıklarının (Valiliklerinin) yönetim biçimlerini özlüyorlardı. Başlarına Pers asıllı bir yönetici bulan yerli halk Anadolu’nun çeşitli yerlerinde küçük devletler kurmaya başlıyorlardı. Bu devletlerden biri de adını (Karadeniz’den alan) Pontus devletiydi.

Pontos Euxinos; eski Yunanca’da “Grekçe’de” Kasvetli, Karanlık Deniz anlamına geliyor. Charles King’in “Karadeniz” adlı kitabında Karadeniz’in çeşitli dillerdeki adlarını da öğreniyoruz. Yunanca diğer adı More Thalassa, Bulgarca ve Rusça’da Çerno More, Romence Marea Neagra, Ukraynaca Çerno More. Gürcüce Şavi Zğva. Asırlar boyu, denizciler fırtınalı sularına açılmaktan korktukları veya belki de derin sularının karanlığı yüzünden bu adlar verilmiş bizim Karadeniz’imize. Pontos Krallığı da Pontos – “Deniz” ismini alarak tarih yüzüne çıkıyor. Pontos’un kuruluş tarihi şöyle gelişiyor. Antik çağda adı Kios olan (Yunanca adı Khios olan Sakız adası ile karıştırılmamalı) bugünkü Gemlik’te İskender’in generallerinden biri olan Anthigonos’a bağlı olarak hüküm süren Pers satraplarından Mithradates Kios İ.Ö. 302 tarihinde ölüyor. (Kios’lü Mithradates,) Yerine geçen oğlu Mithradates Ctises Anadolu’da yaşanan kargaşalıktan yararlanarak, yanına aldığı askerlerle kuzeye doğru yola çıkıyor. Ilgaz dağlarını aşıp Amasya’ya ulaşıyor. Durumu uygun görüp yerli halkın desteğini de alınca Amasya’yı başkent yapıp Pontus devletinin kurucusu oluyor. Pontos daha önce gördüğümüz gibi “Deniz” anlamına geliyor. Mithradates sözcüğü Pers dilinde “Mithra” dan geliyor. Mithra Perslerin güneş tanrısı. Mithradates, Mithra’nın verdiği, sunduğu, kulu anlamına geliyor. Hüdaverdi gibi.

Pontos devletinin kurucusu 1. Mithradates İ.Ö. 302 – 266 yılları arasında hüküm sürüyor. Daha önce Pontos kentine hakim olanlar ve burayı kendilerine koloni yapan Miletos’lular, burada bir devlet kurmayıp deniz anlamına gelen pontosu Trapezus’la özleştirmişlerdi. Yani kenti koloni olarak kullanmışlardı. Amasya’dan Trabzon’a geçip buraya Pontos adını vererek krallığının başkenti yapan Mithradates Ctises aynı zamanda imparatorluğun kurucusu da oluyordu. Pontos devleti giderek genişliyor, kıyı şeridindeki Yunan kolonileri de kendi hudutları içine alınıyordu. Bu süreç içinde Pontus ile çağdaşı ve sınırdaşı Roma imparatorluğu oldukça iyi ilişkiler içinde yaşıyorlardı. Ancak Pontos devleti dışında gelişen bir olay bu dostluğu bozuyor. Pontos kuvvetleri Roma’nın egemenliğinde olan komşuları Bithinia’nın topraklarına giriyor. Böylece Roma ile Pontus krallığı arasında 25 yıl sürecek ve tarihe Mithradatik savaşları olarak geçecek olan savaşlar başlıyor. Mithradatik savaşları Roma yönetimini yıllarca meşgul etmiş savaşlardır. Güçlü Roma kuvvetleri Pontus karşısında kesin bir sonuca varamamışlardır. İki devlet arasında yapılan savaşlar sonuçsuz kalmıştır. Sonunda Roma Senatosu, ünlü komutan Julius Caesar’a Pontos devletini ortadan kaldırma görevini vermiştir. Caesar İ.Ö. 47 yılında Zela’da (Bugünkü Zile) 2. Pharnak komutasındaki Pontos kuvvetlerini yeniyor, böylece Pontus krallığı tarihe gömülüyor. Romalı komutanın kazandığı bu zafer Roma için bir hayli önemli olmalı ki, Ceasar savaştan sonra bir kağıda Roma Senatosunu aşağılayan bir tavırla “Veni. Vidi. Vici” (Geldim. Gördüm. Yendim) diye yazıyor ve bu notu bir ulak aracılığıyla Roma’ya gönderiyor.

Böylece artık Anadolu’da Büyük İskender’in izleri siliniyor ve Roma imparatorluk dönemi başlıyor. Roma Küçük Asya topraklarını bir prokonsülle yönetiyor. Bu dönem Anadolu halkı için bolluk ve güven içinde geçen bir dönemdir. Şehirler yerel meclisler tarafından yönetiliyorlar, eyaletlerin büyük meclislerine de temsilci gönderiyorlar. Eyaletlerde yönetici olarak Roma’lı bir vali bulunuyor. Bu topraklar üzerinde yaşayan nüfus, her dönemde olduğu gibi kozmopolittir. Yani dünya vatandaşıdır. Aynı adli ve yasal düzen içinde Roma kimliğini ve hukukunu paylaşıyorlar ancak Helen (Yunan) kültürünün ağır bastığı bir ortamda yaşıyorlardı.

İ.S. 285 yılında imparator Diocletianus Roma imparatorluğu yönetiminde yeni bir düzenleme yaptı; hukuk önünde Latince konuşanlarla, Helence (Yunanca) konuşanların yargılanma biçimlerini ayırdı. Bu arada Yunan kültürünün ağır bastığı Trabzon, Romalıların diğer Yunan sömürgelerinde yaptıkları gibi “Serbest şehir” unvanını ve imtiyazını korudu. Artık Trabzon, Romalılar için doğuda bir üs ve ticaret merkezi haline gelmişti.

Öte yandan, İ.S. 330 yılında Büyük Konstantin bugünkü İstanbul Boğazı’nda kendi adını vererek Roma’ya rakip bir kent kuruyordu. Konstantinapolis, (330 yılından 1453 yılına kadar Doğu Roma İmparatorluğu’nun ya da Bizans’ın başkenti olarak 1123 yıl ayakta kalmasını bilmiştir. Küçük Asya’nın yönetiminde ve yasaların uygulanmasında Roma gelenekleri hakim durumdadır. Ancak Yunan kültürü ve lisanı bu topraklarda daha ağır basmaktadır. 7. Yüzyılın başlarında Bizans imparatorluğu yalnız Anadolu’ya değil, Suriye’ye, Mısır’a, Sicilya’ya, Balkanlar’a, İtalya’nın büyük bir bölümüne hükmetmektedir.

Bu arada Trabzon, Avrupa’dan Orta Asya’ya kadar uzanan ünlü “İpek yolu”nun kavuşma noktasıdır. Roma hakimiyetinden sonra Doğu Karadeniz Bizans yönetimine girmiş, islam’ın yayılma döneminde Bizansla Araplar arasında el değiştirmiştir.

Pontus’un kaderi 4. Haçlı Seferi’nde değişti. 1200 – 1204 yılları arasında gerçekleşen 4. Haçlı Seferi kalabalığı Mısır’a doğru yol alırken Bizans’ta isyan çıktığı haberini alıyorlar. Kargaşalıktan yararlanmak isteyen kalabalık hedefini Bizans’a doğrultuyor. Bizans’ı işgal ediyorlar ve yağmalıyorlar. Böylece kısa bir süre için “Latin Konstantinopolis” imparatorluğu ortaya çıktı. Bu olayların öncesinde Bizans imparatoru Andronikos Komnenos 1185 yılında öldürülüyor. Andronikos’un iki torunu Aleksius ve David anneleri Rusudan ile Doğu Karadenize doğru kaçıp Trabzon’da yerleşiyorlar. Şehrin sakinleri onları “Megas Komnenos (Büyük Komnenos’lar) olarak büyük bir saygıyla karşılıyorlar. Böylece Trabzon İmparatorluğu kurulmuş oluyor. 1204 – 1461 yılları arasında Karadeniz’in bu bölgesinde hüküm sürecek olan yeni imparatorluk, bugünkü Sinop, Rize, Artvin, Gümüşhane, Bayburt’u içine alan bir bölgeyi kontrol ediyordu. 13. yüzyıla gelindiğinde imparatorluk sınırları Kırım’a kadar uzanmıştı. İmparatorluk devamlı olarak Konya sultanlığı ile mücadele halindeydi, mücadelesini daha sonra Osmanlılarla da sürdürecekti. Varlığını sürdürebilmek için karşıtlarını birbirlerine düşürerek ya da kız alıp vererek akrabalık ilişkilerine giriyorlardı.

İmparatorluğun ömrü 1462 yılına kadar devam ediyor . Bu tarihte Fatih Sultan Mehmet Trabzon imparatorluğunu Osmanlı topraklarına katıyor. Şehrin nüfusunu Türkleştirmek ve İslamlaştırmak için yoğun bir göç planı uygulanıyor. Civar kent ve kasabalardan Türk, Müslüman nüfus Trabzon’a kaydırılıyor.

Trabzon’da yerleşik Rum (Doğu Roma vatanında yaşayanlara Arapların verdikleri ad, biz de onlardan alıp Anadolu’da yaşayan Helen vatandaşlarımızı Rum olarak adlandırıyoruz) vatandaşlarımızın bu kent üzerinde bıraktıkları izler yavaş yavaş silinerek bu günlere kadar gelebilmiştir. Benim “Rum Burjuvalar” diyeceğim Rum tüccar, armatör ve bankerler yakından gezip gördükleri Avrupa’nın ve Rusya’nın bütün güzelliklerini şehrimize taşımasını bilmişlerdir. Trabzon, sokaklarıyla, köşkleriyle, yazlık konaklarıyla ve iş hanlarıyla her hangi bir Batı şehrinin 19. yüzyıl görüntüsüyle eşdeğerdeydi. Çok iyi değerlendiremem ama bu kentimizin görüntüsü 1960’lara kadar gelebildi. O tarihten sonra kentimizin yönetimini ellerinde tutan kırsal kökenliler, Trabzon’umuzdaki nice güzellikleri bir sineği ezer gibi ezip yok ettiler. Bakın bir İstanbul sevdalısı olan Çelik Gülersoy bu kent yıkıcılar için neler diyor,

“20 – 30 yılda oluşmuş olan kalabalıkların düzeyi Avrupa şöyle dursun, Balkan şehirlerinin bile dokusundan çok daha geridedir. İstanbul’da (Ben Trabzon’da diyeceğim) toplu bir şehir bilinci oluşmamıştır. Her grup, geldiği yerlerin alışkanlıklarını ve değer yargılarını sürdürmeye ve kendisini Trabzonlu değil, geldiği yerli olmayı sürdürüyor. Trabzonlu olmak, kurulduğundan beri ya da on beş göbektir bu şehirde oturuyor demek değildir. Trabzonlu olabilmek hala dört şey demektir: Dilini, giysisini, evini ve çevresini düzeltmek. Trabzonlu olmak isteyen ve de olan bütün yeni hemşehrilerime selam! Neden mi? Trabzon’u sevmek adam olmayla biraz eşanlamlı da ondan.

Trabzon 2015 Dergisinden

Yayınlanma Tarihi : 20 Eylül 2015