Emekli Genel Müdür ve Eğitimci M.Hamdi İLHAN'ın konuşmacı olarak katıldığı
"TRABZON'DA EĞİTİMİN TARİHSEL GELİŞİMİ VE BEŞİKDÜZÜ KÖY ENSTİTÜSÜ"
konulu söyleşi,
23 Nisan 2015 Perşembe günü
Trabzon Vakfı Ahmet Yıldız Konferans Salonunda gerçekleşti.
Trabzon daima eğitim, kültür, sanat ve ticaret bakımından Anadolu'nun önemli yerleşim yerlerinden birisiydi. Öyle ki, Halil İnalcık "Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ" adlı eserinde 15. yüzyılda Trabzon'dan fındık, şarap, rakı, ipek, halı ve gemi direğinin ihraç edildiğini, İran ipek kervanlarının Trabzon'dan geçen demiryolunu kullandıklarını yazar. 1850 yıllarında eş zamanlı olarak İstanbul - İzmit - Bursa - Mudanya, Trabzon - Erzurum karayolunun inşa edilmesi bu şehrin önemini ortaya koymaktadır.
Trabzon, eğitim yönünden de önemli bir yerdi. Örneğin 1898 yılında Trabzon'da gayrimüslimlere ait 36, yabancılara ait 2 okulda öğrenim verilirken, Türklere ait inas (kız) rüştiyeleri, idadiler (lise), yeterli sayıda sıbyan mektepleri ve 96 medrese öğenim vermekteydi.
1898 yılında Trabzon'da okuma-yazma oranı yaklaşık olarak yüzde on olarak belirtilmekte olup, o yıllarda bu oran oldukça yüksektir.
Trabzon'a lise düzeyinde öğrenim kurumu 1880 yılında Nemlizade Hikmet, Ahmet ve Mehmet'in öncülüğünde "Mekteb-i Hamidiye" adıyla öğrenime açılmıştır. Ali Naki Bey, bu okulun ilk müdürü ve Trabzon'un ilk milli eğitim müdürüdür.
Daha sonra Trabzon Valisi Sırrı Paşa'nın öncülüğünde bir devlet lisesi olarak "Trabzon İdadisi" adıyla Trabzon Lisesi'nin öğrenime açıldığını görüyoruz. Bu okulun inşası sırasında ekmeğin tanesine iki para, etin okkasına beş para zam yapılarak elde edilen gelir kullanılmıştır. O sırada Trabzon'da yaşayan gayrimüslimler, yapılan zamlarla yoksullar eriyor gerekçesiyle şikayette bulunmuşlardı ama, Vali Sırrı Paşa ödün vermeyerek yoluna devam etmiştir. Böylece Trabzon Lisesi 1887-1888 öğretim yılında 35 öğrenci ile öğretime açılmıştır. Trabzon Lisesi, hem Osmanlı döneminde hem de Cumhuriyet döneminde ülkenin en seçkin öğrenim kurumlarından birisi olarak eğitim tarihimizdeki yerini almıştır.
Trabzon ilinin en eski öğretim kurumlarından birisi de Trabzon Darülmuallimin yani Trabzon Erkek Öğretmen okuludur. Bu okulun kuruluşunda da yeterli ödenek bulunamamıştı. Hacı Hafız Vehbi Efendi, Zurnacıoğlu Mehmet Efendi ve Göreleli Topkaroğlu Servet Efendi'nin bu okulda ücret almaksızın öğretmenlik yapmayı kabul etmeleriyle okul 1890-1891 yılında öğretime açılmıştı. Bu okulun ilk müdürü de Hacı Vehbi Hafız Efendi'dir.
Trabzon öğretmen okulu, Trabzon Lisesi gibi yörenin en seçkin öğretim kurumlarından birisiydi. Pek çok yoksul köy çocuğu bu okul sayesinde öğrenim hakkı elde etmişti, çünkü Trabzon Öğretmen Okulu parasız yatılı öğrenim veren bir okuldu.
Trabzon bir kültür şehriydi; Türk kültürünün gelişmesinde daima öncü olmuştu. Örneğin Cumhuriyetten sonra ilk kadın dergisi "Çalı Kuşu" adıyla Şefika Münir tarafından 1926 yılında çıkarılmıştır. Çok ilginçtir ki, bu derginin konuları daha çok futbola yönelikti, Trabzon'da bu derginin öncülüğünde altı yerel takım arasında "Çalıkuşu Kupası" adıyla bir turnuva düzenlenmişti.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'in kurucularına eğitim-öğretim yönünden bırakılan miras çok yetersizdi. Ülkenin her yanı medreselerle doluydu ama, buralarda hiçbir zaman çağdaş anlamda bir eğitim-öğretim uygulanamamıştı. Öyle ki, medreselere hiçbir dini eğitimi olmayan, hatta okur-yazar olmayan bir çok müderris atanmıştır. Örneğin Şair Baki, bunlardan birisidir. Mekki Mehmet Efendi bir devşirmeydi, medreseye müderris olarak atanmıştı. Mehmet Emin Efendi de bir Yahudi dönmesi iken ulema sınıfına aktarılmıştı.
Ord. Prof.Dr. İ.Hakkı Uzunçarşılı'nın "Osmanlı Devleti'nin İlmiye Teşkilatı" adlı eserinde yazdığına göre, Sultan Yıldırım Bayezid, kadıların yolsuzluklaından öylesine bunalmıştır ki, bunların biraraya toplatılıp yakılmasını emretmiştir. Osmanlı uleması yani ilmiye sınıfı yeniliklere karşı sonuna kadar direnmişti; bilgiyi dini bilgi ile sınırlı tutarak her türlü bilimsel bilgiye kapılarını kapalı tutmuştu. Onlara göre İslama hizmet eden bilgiler iyi bilgi, İslama hizmet etmeyen bilgiler iyi bilgi değildi. Örneğin Arapça iyi bilgiydi ama, astronomi iyi bilgi değildi. Çünkü astronomi Tanrının bilgisine müdahale ediyordu. Şüphesiz ki böyle bir eğitim anlayışıyla ülkenin çağdaşlaşması olanaksızdı. Bu yüzden Mustafa Kemal Atatürk laik eğitim sistemini getirerek dini kurumların, yani ilmiyenin eğitim üzerindeki baskısına son vermiştir.
Acaba Osmanlı'dan Cumhuriyetin kurucularına kalan miras neydi? Şimdi kısaca ona bakalım:
- Yüzde seksenbeşi kırkbin köye yayılmış 13 milyon nüfus ve nüfusun büyük bir bölümü tifo, tifüs, sıtma ve verem gibi bulaşıcı hastalıklarla adeta boğuşmaktaydı.
- Ülkede onbin kadar öğretmen vardı, fakat bunların çoğu da öğretmen okulu mezunu değildi.
- Ülkede 72 ortaokul, 23 lise, 20 öğretmen okulu ve 9 sanat okulu vardı.
- 1924-1925 öğretim yılında tüm öğretmen okullarından 150 öğretmen mezun olabilmişti.
- Okur-yazar oranı yüzde üç kadardı.
- Ülkede 340 doktor, 4 hemşire, 200 ebe bulunuyordu. Diş hekimi hiç yoktu, bu hizmetleri berberler veriyordu.
- Kişi başına milli gelir 45 dolardı.
- İstanbul'dan Hicaz'a kadar uzanan 1766 km. demiryolu vardı ama bir metresi bile bize ait değildi.
- Son taksidi 1954 yılına kadar uzanan yüklüce bir dış borç, öyle ki, bu borç yıllık bütçenin ortalama yüzde 16-17'sini oluşturuyordu. Örneğin, 1932 yılında on bakanlığın bütçesi 86 milyon iken, dış bor taksidi 146 milyondu.
- Doğan her bin çocuktan 480'i ölüyordu; çünkü yeterli doktor, hastane yoktu.
- Yol yoktu, Orta Anadolu'dan İstanbul'a buğdayın tonu 8.8 Dolara ulaştırılabilirken, A.B.D'den aynı buğday 5 Dolara getiriliyordu.
- Demiryolu, liman, maden ve ulaştırma hizmetleri tamamıyla yabancıların elindeydi. Bunlar büyük paralar karşılığında kamulaştırılıyordu. (22 tesisin listesi ektedir)
- 1800-1922 yılları arasında 57 yıl savaşlarla geçmişti. Bu durum halkı yoksullaştırırken, toplumda savaş zencileri diye bir sınıfın ortaya çıkmasına yol açmıştı. Bir yazarımız bu durumu "Günah işlemeden kimse karnını doyuramıyordu" olarak ifade etmişti. Gerçekten toplumda büyük bir ahlak yozlaşmasına yol açmıştı savaşlar. Öyle ki, "ehven-i şer" ve "hille-i şerriye" diye iki ahlak dışı kavram sözlüğümüze eklenmişti.
- 1920 ile 1933 yılları arasında 19 milli eğitim bakanı değişmişti. Çünkü eğitimden anlayan birisi bulunamıyordu.
- Ankara'da TBMM üyeleri için lojman yapmaya girişilmişti ama, bu işi yapacak usta yoktu, Macaristan'dan usta ithal edilmişti.
- Öğretmenlerin yüzde 96'sı harf devrimine karşıydı. Tarihçi Prof. Fuat Köprülü bile "Harf Devrimi olursa kalemimi kırarım" diyordu.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'si bu koşullarla ve olanaklarla Cumhuriyet'e girmişti. Yani Cumhuriyet'i kuranlar üretmeden tüketen bir toplum devralmışlardı Osmanlı'dan. Oysa Mustafa Kemal Atatürk daha 1922 yılında "Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşama yollarını aramayı alışkanlık haline getiren uluslar, önce onurlarını, sonra özgürlüklerini, daha sonra geleceklerini kaybetmeye mahkumdurlar" diyordu. Bu sözle aslında Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı toplumunu tanımlıyordu. Yeni Türkiye'nin böyle olmasını istemiyordu.
1936-1937 yıında Mustafa Kemal Atatürk'ün direktifleriyle dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, dönemin İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'un girişimiyle "Köy Eğitmeni Yetiştirme Kursları" öğretime açılıyor. Bu kursların ilki Eskişehir Çifteler'de, ikincisi İzmir Kızılçullu'da 1937 yılında öğretime açılıyor. 1938 yılında bunlara Kırklareli Kepirtepe, Kastamonu Gölköy kursları ekleniyor. İsmail Hakkı Tonguç, bu uygulamadan esinlenerek "Köy Enstitüleri" projesini üretiyor. Bu sıralarda Milli Eğitim Bakanlığında bakan değişikliği oluyor, 1938 yılında Saffet Arıkan'ın yerine Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanı oluyor. Sayın Yücel de Tonguç'un projesine destek veriyor, böylece de bir örgün eğitim projesi olarak Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 tarihinde 3803 sayılı yasayla eğitim sistemimizdeki yerini alıyor.
Köy Enstitüleri'nin temel felsefesi "alet yapan el düşünen beyni yaratır", diğer bir söylemle "iş içinde yaparak yaşayarak öğrenme" ilkesine dayanıyordu. Yani eğitim üretimin bir aracı durumuna getiriliyordu.
Köy Enstitüleri kimilerine göre Türkiye'nin yüzakı, kimilerine göre de komünizmin yuvalarıydı. Gerçek o ki, ülkemizde bir kesim, halkın eğitilmesinden, zenginleşmesinden, daha doğrusu insanlaşmasından rahatsızlık duymuştur. O nedenle de topraksız köylülere toprak verilmesine, okulsuz köylere okul yapılmasına ağa-paşa bozuntuları karşı çıkmıştı. Halkın zenginleşmesini isteyenler solculukla komünistlikle suçlanmıştır. Halkın dini hassasiyeleri kullanılarak, istismar edilerek, halka yönelik hizmetler engellenmiştir. Bu konuda en çok suçlanan kurumlar Köy Enstitüleri olmuştur. Çünkü ağaların çıkarlarına en çok bunlar engel oluyordu. Her enstitü bulunduğu yörenin üretim ilişkilerine göre örgütleniyor ve çalışıyordu. Örneğin Beşikdüzü Köy Enstitüsü'nün çalışma alanı Karadenizdi ve Türkiye'nin balık ihtiyacı buradan sağlanacaktı. Beşikdüzü Köy Enstitüsü'nde 477 eğitmen 1109 öğretmen mezun vermiştir.
1948 yılına kadar enstitülerin sayısı 21'e yetiştirdikleri öğretmen sayısı 25 bine ulaşmıştı. Sabahattin Ali bir şiirinin "İNSAN OLMAK DOKUNUYOR HAYSİYETİME" olan dizesini, Köy Enstitülerini gördükten sonra "İNSAN OLMAK ONUR VERİYOR BANA" biçiminde değiştirmiştir. Köy Enstitüleri ülkemizin özgün eğitim kurumlarıydı; bunlarda asla taklit yoktu ve bunlar atmış kadar akademik araştırmaya konu olmuşlardı.
Türk Devrimi "İslami bir imparatorluktan milli bir devlete, ortaçağ teokrasisinden anayasal bir düzene, feodal bir devletten özgür ve herkesin üretime katıldığı bir devlet yapısına geçiş projesiydi, bunu da enstitülerle gerçekleştirecekti.
Bir örnek vermek gerekirse Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü'nün 1945-1946 öğretim yılındaki üretimine bakalım: 40 ton buğday, 20 ton pırasa, 15 ton domates, 13 ton arpa...
1956 yılı hedef olarak seçilmişti. Bu yıla kadar ülkemizde cehalete son verilecekti. Öyle ki, köylerde Köy Enstitüleriyle, Kent Enstitüleriyle yani sanat enstitüleriyle Türkiye 1956 yılına kadar üreten ve kalkınan bir ülke olacaktı. 1940 yılında bu amaçla Teknik Eğitim Müsteşarlığı kurulmuştu, yani bir bakanlıkta iki müsteşarlık oluşturulmuştu. Bu önemliydi ve böyle bir uygulama başka bir bakanlıkta görülmüş birşey değildi.
1945 yılında Toprak Kanunu yürürlüğe konmuştu. Bu tarihte enstitüler ilk mezunlarını veriyordu. Topraksız köylülere ve enstitülere toprak verilecekti, enstitüler buralarda köylülere örnek tarım çalışmaları sunacaktı. Böylece köy halkı eğitimden yoksun ve yoksul kalmayacaktı.
7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti kurulmuştu. Böylece Türkiye çok partili demokratik yaşama adım atmıştı. Bu ortamdan yararlanan toprak ağaları, enstitülere şiddetle karşı çıkmıştı.
İktidar, yani İnönü, toprak ağalarının şiddetli karşı çıkışlarına direnemedi ve enstitülere olan desteği çekmişti. Böylece Köy Enstitüleri Projesi Türkiye'nin bir yürek yarası olarak dünya eğitim tarihindeki yerini terkedecekti.
Diyebiliriz ki, Türkiye, Demokrasiye geçişin ceremesini Köy Enstitülerini vererek ödemiştir.
Oysa ABD'li bir köle "Köleliğin bana karşı işlediği ve asla bağışlayamayacağım tek günahı, beni eğitim hakkından yoksun etmesidir" demişti. Ne yazık ki Türk halkının söyleyemediği şey buydu...Cumhuriyet'in kurucuları bir yandan Osmanlı'dan kalan ağır dış borç yükünü üstlenirken, diğer yandan yanlış politikalar sonucu yabancıların eline geçen liman, demiryolları ve tesislerin kamulaştırılmasını da gerçekleştirmişlerdi. Öyle ki, bütün bunları kişi başına milli gelirin 45.3 dolar olduğu bir dönemde gerçekleştiilmişti.
Kamulaştırılan yabancılara ait şirketler şunlardır:
- 31.01.1928 tarihinde satın alınan Anadolu, Mersin-Tarsus-Adana demiryolları ve Haydarpaşa Limanı için 204 milyon İsviçre Frangı ödenmiştir.
- 30.05.1931 tarihinde Bursa-Mudanya demiryolunun satın alınması için 50 bin Türk Lirası ödenmiştir.
- 20.05.1933 tarihinde İstanbul Su Şirketi'nin satın alınması için 1.300.193 Türk Lirası ödenmiştir.
- 12.06.1933 tarihinde İzmir Rıhtım Şirketi'nin satın alınması için 7.827.690 Fransız Frangı ödenmiştir.
- 31.05.1934 tarihinde İzmir, Afyon, Manisa ve Bandırma demiryolu hattı için 162.468.000 Türk Lirası ödenmiştir.
- 23.12.1934 tarihinde İstanbul Rıhtım, Dok ve Antrepo'nun satın alınması için 32.980.138 Türk Lirası ödenmiştir.
- 30.05.1935 tarihinde Aydın Demiryolu Şirketi'nin satın alınması için 1.825.840 Türk Lirası ödenmiştir.
- 13.06.1936 tarihinde İstanbul Telefon Şirketi'nin satın alınması için 800 bin İngiliz Lirası ödenmiştir.
- 11.06.1936 tarihinde yüzde 50 sermayesi Almanlara ait olan Ergani Bakır Madeninin satın alınması için 850 bin Türk Lirası ödenmiştir.
- 31.03.1937 tarihinde Ereğli Limanı, Zonguldak-Çatalağzı demiryolu için 3.5 milyon Türk Lirası ödenmiştir.
- 26.04.1937 tarihinde Şark Demiryolları'nın satın alınması için 20.760.000 İsviçre Frangı ödenmiştir.
- 25.04.1938 tarihinde İzmir Telefon Şirketi'nin satın alınması için 1.200.000 Türk Lirası ödenmiştir.
- 11.04.1938 tarihinde Üsküdar ve Kadıköy T.A.Ş. için 400 bin Türk Lirası ödenmiştir.
- 22.04.1938 tarihinde İstanbul Elektrik Şirketi'nin satın alınması için 1.873.000 İngiliz Lirası ödenmiştir.
- 12.06.1939 tarihinde İstanbul Tranvay Şirketi'nin satın alınması için 169 bin İngiliz Lirası ödenmiştir.
- 12.06.1939 tarihinde İstanbul Tünel Şirketi'nin satın alınması için 175 bin Türk Lirası ödenmiştir.
- 05.07.1939 tarihinde Ankara Elektrik, Ankara Havagazı ve Adana Elektrik Şirketlerinin satın alınması için 6.616.131 Türk Lirası ödenmiştir.
- 05.07.1939 tarihinde Bursa Elektrik Şirketi'nin satın alınması için 295.110 İngiliz Lirası ödenmiştir.
- 26.04.1940 tarihinde Bomonti nektar bira fabrikası için 400 bin Türk Lirası, bir Amerikan şirketine ait kibrit ve çakmak fabrikaları 1 milyon dolar karşılığında satın alınmıştır.
- 22.09.1941 tarihinde Ilıca, İskele-Palamutluk Demiryolu Şirketi'nin satın alınması için 10 bin Türk Lirası ödenmiştir.
- 19.07.1943 tarihinde İzmir Tranvay ve Elektrik İdaresi'nin satın alınması için 10.223.800 İsviçre Frangı ödenmiştir.
- 05.06.1944 tarihinde İzmir Su Şirketi'nin satın alınması için 1.399.157 İsviçre Frangı ödenmiştir.
Kaynak: Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni 1.Kitap S:454, 455, 456
Trabzon Vakfı Resim Atölyesi
AYŞE KÖSE
Resim Sergisi'ni
onurlandırmanızı dileriz.
Açılış: 15 Nisan 2015 Çarşamba Saat 17:00
Yer: Trabzon Vakfı Sergi Salonu
Adres: İnkılap Sokak No: 18/14 Kızılay ANKARA
Ayşe KÖSE,
Karabük’te doğdu. İlk ve orta öğremini Karabük Demir Çelik Lisesi okullarında tamamladı . Daha sonra Ankara’ya yerleşti. Ankara’da İsmet Paşa Kız Meslek Lisesi Moda bölümünden mezun oldu. İş hayatına Hacettepe Hastanesinde başladı. Sonra Hacettepe Üniversitesi Sağlık Kültür ve Spor dairesi Başkanlığı Kültür İşleri Müdürlüğün de çeşitli kademelerde görev yaptı ve Kültür işleri Müdürlüğü görevinde bulundu.. Bu görev sırasında çeşitli kurs eğitmenliği yaptı. Bir çok öğrenciye el becerileri öğretip Üniversite bünyesinde sergiler açılmasını sağladı.
25 yıllık çalışma hayatından sonra emekli oldu. Evli 1 erkek çocuk annesi olup 1 kız toruna sahiptir.
Emeklilik döneminde tekrar öğrenme arzusunun ön plana çıkması ile değişik el sanatları kurslarına katıldı.
1999 Yılında değerli Hocaları Sayın Aynur Ocak ve Sayın Adil Ocak atölyesinde yağlı boya resim çalışmalarına başladı. Bu çalışmalar kendisinin ufkunun genişlemesine büyük olanak sağladı. Ve çalışmalarına büyük bir zevkle devam etti. Bu çalışmaların sonucunda 2002 ve 2003 yıllarında TRT’nin açmış olduğu resim yarışmalarına katıldı.
Bu güne kadar katıldığı sergiler:
1999-2000 Karma Sergi BUDE Sanat Galerisi,
2000-2001 Karma Sergi ÇAĞDAŞ Sanatlar Galerisi,
2001-2002 Karma Sergi BUDE Sanat Galerisi,
2003-2004 Karma Sergi BUDE Sanat Galerisi,
2004-2005 Karma Sergi ÇAĞDAŞ Sanatlar Galerisi,
2005-2006 Karma Sergi ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ,
2007 Yaptığı 2 adet Mimar Sinan Portresi Kayseri Ağırnas Belediyesi Mimar Sinan Müzesi'nde bulunmaktadır.
2007 Karma Sergi ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ Ankara 13. Sanat ve El Sanatları Fuarı,
2013 Kişisel Sergi BUDE Sanat Galerisi,
2014 Karma Sergi Trabzon Vakfı Resim Galerisi,
2015 Kişisel Sergi Trabzon Vakfı Resim Galerisi.
Araştırmacı Yazar Hüsnü MERDANOĞLU'nun konuşmacı olarak katıldığı "100. Yılda Çanakkale 1915" konulu söyleşi, 18 Mart 2015 Çarşamba günü Trabzon Vakfı Ahmet Yıldız Konferans Salonu'nda gerçekleşti.
Söyleşi, Ozan Sevdai'nin şiir ve kahramanlık türküleri seslendirmesi ile sona erdi.
ÇANAKKALE SAVAŞLARININ ULUSAL ÖNEMİ
Hüsnü MERDANOĞLU
13. yüzyılda kurulan ve 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya (Avrupa, Asya ve Afrika) yayılarak dünyanın önde gelen devleti konumuna yükselen Osmanlı İmparatorluğu, gelişen ve değişen teknik, ekonomik, askeri, siyasi ve benzeri yaşamsal önemde olan koşullarına uygun yönetilemediği için; duraklama, gerileme ve yok olma süreci yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunun yaklaştığı süreçte, "Hasta Adam" olarak anılır olmuştur.
“Hasta Adam”, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ömrünün tamamlamış, Mondros Mütarekesi ile ölüm raporu hazırlanmış, Sevr Antlaşması ile de mirası paylaşılarak defin işlemi gerçekleştirilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı Süreci
Din kullanılarak aşırı zenginleşmeye ve yozlaşma tepki olarak dini reformu, özgür düşüncenin önünü açan Rönesans’ı gerçekleştiren Avrupa devletleri, 18 ve 19 yy da sanayi (endüstri) devrimini gerçekleştirmişlerdir. İngiltere Endüstri Devrimi sonrasında; daha çok üretmek için daha çok hammaddeyi elde etmek ve ürettiği sanayi mallarına müşteri bulmak için denizaşırı ticarete yönelerek yeni yeni sömürgeler oluşmuştur.Diğer Avrupa devletleri olan Almanya ve Fransa’nın İngiltere ile çıkarları çatışmaya başlaması sürecinde Birinci Dünya Savaşı (Paylaşım Savaşı) çıkmıştır.
İttifak Devletleri; Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ile İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu.
İtilaf Devletleri; İngiltere, Fransa ve Rusya (Sırbistan-Karadağ, Belçika, ABD, Yunanistan, Japonya, Portekiz, Romanya ve sömürge ülkeleri-Afrika, Kıbrıs, Arap ülkeleri, Avustralya ve Yeni Zelanda).
Çanakkale Savaşları bu paylaşım savaşının bir bölümünü oluşturmuştur.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde ekonomik, sosyal ve teknolojik yönden rakiplerinden oldukça geri durumdaydı. Bu bağlamda; Osmanlı’nın nüfusu 22 milyon iken, İngiltere’nin 45 milyon, Fransa’nın 40 milyon, Almanya’nın 65 milyon idi.
Yıllık çelik üretimi Almanya’da 17 milyon ton, İngiltere’de 7 milyon ton, Rusya’da 4,5 milyon ton iken, Osmanlı Devleti’nde sıfır idi.
İngiltere’nin büyük savaş gemisi (Kruvazör) sayısı 121, Rusya’nın 14, Almanya’nın 57 iken, Osmanlı’nın hiç yoktu.
Bu koşullarda Osmanlı Ordusu; Kafkasya, Sina ve Filistin, Irak, Hicaz-Yemen, Çanakkale Cephelerinde savaşmıştır.
Osmanlı yönetimi Birinci Dünya Savaşı sürecinde “Kutsal Cihat- Cihat-ı Ekber” ilan (11 Kasım 1914) ederek, Müslümanlardan yardım beklemiştir. Ne var ki, Arap devletleri Kutsal Cihat’a önem vermemişlerdir.
İlginç olan ise Cihad-ı Ekber ile Müslümanların, Almanlara yardım etmelerini önerilmiş iken, Teşkilat-ı Mahsusa (günümüzün Milli İstihbarat Teşkilatı) görevlileri Osmanlının müttefiki olan Almanların, Osmanlının savaş halinde olduğu Ruslarla gizli görüşme yaparak, İstanbul’un Ruslara bırakılması konusunu görüştüklerini tespit etmişlerdi.
Çanakkale Savaşları ve Kurtarıcının Kendini Kanıtlaması
19 Şubat 1915 günü Çanakkale Boğazına gelen saldırganların 18 Mart 1915 günü saldırıları ile savaş başlamıştır. Yarbay rütbesiyle Çanakkale Savaşlarına 19. Tümen Komutanı olarak katılan Mustafa Kemal’den başka elbette başka komutanlarda var idi. Ancak Mustafa Kemal, aşağıda özetlenen en az beş ayrı askeri başarıları nedeniyle diğer komutanlardan farkını ortaya koymuştur.
- 25 Nisan 1915 sabahından itibaren düşman Arıburnu’na çıkarma yapmış Conkbayırı’na ilerlemektedir. Mustafa Kemal ilerleyen düşmandan geri çekilen Türk askerlerine rastlamış ve onlara “düşmandan kaçılmaz, cephaneniz yoksa süngünüz var” içeriğindeki o ünlü emrini vermiştir:
Böylece zaman kazanmış olan Mustafa Kemal, düşmana saldırıda bulunmak için Kolordu komutanından müsaade istemiştir. Mustafa Kemal’in tümeni ordu ihtiyatı olması nedeniyle Kolordu komutanı gerekli iznin Ordu komutandan almasını önermiş, Ordu komutanı ile iletişim kuramayan Mustafa Kemal ihtiyat tümenii komutanı olduğu halde, üstlerinden talimat almayı beklemeden hücum emrini vererek, düşmanı durdurmaya başarmıştır. - 7 Ağustos 1915 gününü düşmanın bir kolu yine Conkbayırı’na ilerlemektedir. Durumu fark eden Mustafa Kemal, düşmanın bulunduğu bölgede sorumluğu olmadığı halde elindeki sınırlı imkânlarla düşmanı durdurmayı başararak ikinci kez Conkbayırı’nı kurtarmıştır.
- Düşman 6 Ağustos günü, Arıburnu bölgesinden yoğun bir saldırı başlatmıştır. 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal, 8 Ağustos gecesi Anafartalar grup komutanı olarak atanmıştır. Günlerden 9 Ağustos 1915’tir. Anzak ve İngiliz birliklerinden oluşan düşman güçleri, Mustafa Kemal’in komuta ettiği Türk süngü hücumu karşısında denize doğru kaçmaya başlamışlardır.
- Düşmanın üst üste yenilgisinin acısını çıkartmak için 10 Ağustos günü Conkbayırı’na taarruz edeceğini değerlendiren Mustafa Kemal, düşmanın yapacağı taarruza karşı koyamayacak kadar zayıf olmasına rağmen, düşmandan önce Conkbayırı’ndan süngü hücumuna karar vermiştir. Henüz uykuda olan düşman, bu sessiz hücum karşısında neye uğradığını şaşırmış, bozulmuş, dağılmış ve çok kayıp vererek kaçmıştır.
- Düşman 21 Ağustos 2015 günü altı tümenle (yaklaşık 70 bin kişi) Anafartalar Ovası’nda taarruza başlamıştır. Düşmanın bu gücüne karşılık iki Türk tümeni (yaklaşık 18 bin kişi) bulunmaktadır. Düşman donanmasının yoğun ateşi altında, bu kuvvetlerle bu büyük taarruzu durdurmak mümkün değildir. Bir Türk tümeni de oldukça geride olduğu için kısa sürede yetişmesi mümkün değildir. Böylesi bir olağanüstü durum karşısında, gerideki tümenin yetişmesi için zaman kazanmak gerekmektedir. Aksi halde yenilgi kaçınılmazdır.
Bu koşullar karşısında askeri deha devreye girmiştir. Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal, elindeki süvari alayını, savunma durumda olan kuvvetlerimizin üzerinden aşırtarak taarruz için ilerlemekte olan düşmanın üzerine hücum ettirmiştir. Böylece ihtiyaç duyulan zaman kazanılmış ve beklenen Türk güçleri cepheye yetişmiştir.
Sonuç
Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı’nın bir cephesini de Kafkasya oluşturmuştur. Kafkasya Cephesinde Rusların elindeki bölgeleri geri almaya yönelik yürütülen «Çevirme Harekâtı»; ayağı çarıksız, sırtı paltosuz açlık, yorgunluk nedeniyle doğru nişan alarak savaşmak biryana, silahını bile elinde tutacak güçten yoksun askerle, sıfırın altında eksi 15-20 derece soğuk koşullarında, 2375 metre yüksekliğinde Gaziler Geçidini, tipi altında yürüyerek geçmeyi gerektirmiştir. Bu güç koşulara bir de bir an önce Rusları yenip “Paşa” olma hırsı katılınca 90 bin kadar can göz göre göre ölümü sürüklenmiştir. Donmaktan kurtulanlar da tifüs hastalığından kurtulamamışlardır.
22 Aralık 1914’te “Sarıkamış Bozgunun” yaşanılmış olmasının hemen sonrasında (1915’te) Çanakkale Savaşlarının kazanılmış olması, yakın tarihimiz yönünden çok önemi bir sonuç doğurmuştur.
Çanakkale savaşlarının ülkemiz yönünden en önemli sonucu, Mustafa Kemal’in becerisini, güvenirliğini ve zoru başarabileceğini kanıtlamış olmasıdır. Bu başarıdır ki, Mustafa Kemal’i Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın öncüsü ve Başkomutanı yapmıştır.
Birçok destanın yaşanıldığı Çanakkale Savaşları’nda, 57 bini şehit olmak üzere 252 canın zayi olması ile Çanakkale Boğazı geçilememiştir. Ne var ki, Osmanlı yönetiminin imzaladığı, 18 Kasım 1918'de Mondros Mütarekesi ile 10 Ağustos 1920 günü de Sevr Antlaşması ile Çanakkale ve İstanbul boğazları saldırgan güçlere teslim edilmiştir.
Bu süreçte bir zaman dünyanın en güçlü devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu tarihe gömülürken Padişah ve Osmanlı yönetimi, İstanbul’da saltanatını koruması karşılığında Türk halkının Anadolu’nun küçük bir bölümüne sıkışmasını kabul etmiştir.
Bu duruma razı olmayan ve Türk milletinin gerektiğinde yurdu için canını verecek kadar özverili olduğuna, cephede bizzat tanık olan Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919 günü Samsun’dan Kurtuluş Savaşını başlatmıştır.
Hiç şüphe yoktur ki, Mustafa Kemal’in öncü olmasında Çanakkale Savaşları’ndaki başarıları olmuştur. Balkanlarda ve Sarıkamış’ta yenilgiye uğrayan, Çanakkale Savaşlarında varlığını yeniden kanıtlayan Anadolu ve Batı Trakya halkı, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yapıp kazanarak, Osmanlı’nın kalıntıları üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmayı başarmışlardır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti var ise bu var oluşun, başlangıcı Çanakkale Savaşlarıdır.
Hüsnü MERDANOĞLU,
1951 yılında Şarkışla’nın Kaymak köyünde doğdu.
Ankara İktisadi Ticari ilimler Yüksek Okulu ile Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Kamu Yönetimi Uzmanlık bölümünü bitirdi. İş yaşamı yanında, Atatürkçülük konusunda araştırma ve incelemeye yoğunlaştı.
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi, Eğitim komisyonu Başkanlığı, Genel Merkez Genel Disiplin Kurul üyeliği yaptı. Halen ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesidir. Atatürkçü Düşüncenin (Kemalizm’in) yurttaşlarımız tarafından olabildiğince doğru anlaşılması için yurdumuzun birçok yöresinde konferanslar verdi ve bu doğrultuda birçok dergide çok sayıda makalesi yayımlandı.
- Tarihi Gerçekler Işığında Atatürkçü Düşüncenin Evrenselliği
- AB Üyeliğine Atatürkçü Yaklaşım (Küreselleşme Sürecinde Atatürkçü Düşünce)
- Ulusal Kurtuluş Süreci ve Kuvayı Milliye
- Kemalizm ile AB’nin Çelişkisi
- Kemalizm ile Bütünleşen Alevilik
- Tarihi Gerçekler Işığında Dersim’den Ders Almak
- Tarihi Gerçekler Işığında 100 Soruda Alevilik
Eğitimci Sayın M. Hamdi İLHAN'ın konuşmacı olarak katıldığı "Trabzon'da Ailede ve Günlük Yaşamda İletişim" konulu söyleşi, 4 Şubat 2015 Çarşamba günü Trabzon Vakfı Ahmet Yıldız Konferans Salonu'nda gerçekleşti.
Kadınlara yönelik şiddet, töre cinayetleri, kan davaları, boşanmalar, intiharlar artarak sürüyor. Uyuşturucu ilkokullara kadar inmiş; toplum gergin, yorgun, bitkin, asık suratlı...
Öğretmen, öğrencisinden şikayetçi, yaşlı gençten... Yönetilen yöneticiden, işçi işverenden, inanan inanmayandan rahatsız.
Etnik ve mezhepsel tartışmalar bitmiyor.
Bu sorunlar insanlar arası iletişimi bozuyor. Toplum adeta şizofrenik...
Bugünkü çalışmamızın amacı bu sorunların nedenlerini araştırmak, üyelerimiz ile paylaşmaktır.
İnsanlar arası ilişkiler etki-tepki, diiğer bir söylemle uyarıcı-davranış ilişkisine dayanır. Yani karşımızdakilerin bize nasıl davranmalarını istiyorsak önce bizim onlara öyle davranmamız gerekir. İster çocuğumuz, ister eşimiz, ister arkadaşımız, isterse öğrencimiz söz konusu olsun, bu bütün insan ilişkileri için geçerlidir. Karşımızdaki insanın bir değer olduğunu kabul edebilir ve bu durumu samimiyetle sezdirebilirsek, inanınız o bir değer olarak karşımıza çıkmaya özen gösterecektir. Yani insanların tanımlandığı gibi olmaya çalışmak gibi bir eğilime sahip olduklarını bilmeliyiz. Sonuç olarak diyebiliriz ki, temelinde sevgi ve samimiyetin yer aldığı hiçbir eylemin sonucunda başarısızlık yoktur.
İnsan ilişkilerini bozan diğer bir etken de bireyin gücünü aşan engellerle karşılaşmasıdır. Ekonomik, eğitsel, kültürel, inançsal etkenler bunların başlıcalarıdır. Bireyin gücünü aşan engeller, bireyde gerilime yol açar, enerji biriktirerek onu ruhsal ve fiziksel yönden yorar. Biriken enerjinin boşalması ayıplar, günahlar ve yasaklarla engellendiğinde, bu enerjinin istenmeyen bir anda boşalması halinde bir deprem gibi çok yıkıcı olabilir.
Eğitimden yoksun bırakılarak engellenen birey yaşama iyi bir başlangıç yapamıyor, yaşama eksik başlıyor. Yaşama eksik başlayanlar çocuklarına da eksik bir yaşam bırakırlar. Bu genetik bir miras gibi sürer gider. Unutmamalıyız ki, mutlu çocuk mutlu ailenin ürünüdür, mutsuz aileden mutlu çocuk çıkaramayız. Şiddet içinde büyüyenlerin şiddet içeren bir yaşam kurmalarında şaşılacak bir durum yoktur.
Mutlu bir yaşam amaçlıyorsak nehirler gibi, çevremizle çatışmadan, menzile ulaşmak için en kısa yolu değil, en sağlıklı yolu denemeliyiz.
M. Hamdi İLHAN, Trabzon ili, Dernekpazarı ilçesi Tüfekçi köyünde doğdu. İlkokulu Büyükhol İlkokulunda, ortaokulu Trabzon Ticaret Lisesi ve Çaykara Ortaokulu'nda okudu. Öğretmen okulunu, Trabzon Erkek İlköğretmen Okulu'nda parasız yatılı öğrenci olarak okudu. 1965-1966 öğretim yılında öğretmen okulundan mezun olunca, Bartın Karasu köyünde öğretmenliğe başladı.
1972 yılında yükseköğrenim görmek üzere öğretmenlik görevinden ayrıldı. Pedagoji öğrenimi gördü. 1975 yılında yükseköğrenimini tamamladı. Aynı yıl Zonguldak Rehberlik ve Araştırma Merkezine Eğitim Uzmanı olarak atandı.
1978-1990 yılları arasında Zonguldak, Kastamonu ve Bolu İlköğretim Müfettişliği görevinde bulundu.
1991 yılında Milli Eğitim Bakanlığı merkez örgütünde Daire Başkanlığı görevine atandı.
1993 yılında Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürü oldu.
1996 yılında Azerbaycan Bakü'de Eğitim Ataşeliği görevine atandı.
1999 yılında emekliye ayrıldı.
Görevde bulunduğu süre içerisinde Almanya, İngiltere, İrlanda, Tunus, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan ve Azerbaycan eğitim sistemlerini inceleme olanağı buldu.
Yayınlanmış beş kitabı vardır.
Evli ve üç çocuk babasıdır.